3 Mart 2013 Pazar

YAMBİO'DAN DÖNERKEN...




Yambio'nun çocuklarıyla, aynı gökyüzünün altında... 

Ben küçükkenden beri şarkı söylüyom… Ufakken daha, altı yaşındayken, yani aslında bundan tam yirmi altı yıl önce falan annem bir arkadaşından bir kaset çalar ödünç almıştı… İlk kasetimiz de, Zülfü Livaneli’nin bir kasetiydi. O kaseti arkalı önlü ezberlemiştim. “Kapıları Çalan Benim” şarkısını en güzel söylüyodum… Küçüktüm, anlamıyodum ama  o şarkıyla yakın hissediyodum kendimi… Babam, annem komünistti, hep komünistlerle buluşuyoduk, görüşüyoduk… Sonra babam diyodu hadi söyle şarkıyı, böyle geçiyodum herkesin karşısına “Kapıları çalan benim” diye başlıyodum… Bi keresinde Bornova’da buğday tarlalarının oraya pikniğe gitmiştik, o zaman Bornova’da buğday tarlaları vardı… O buğdayların önüne geçip söylemiştim şarkımı, “çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler”… O zaman aslında ne atom bombasını biliyodum, ne çocukların nasıl kağıt gibi yanabileceğini, annemler anlatıyodu aslında ama çocuk aklı, öyle atom bombası falan hayal edemiyosun... Nerden nereye, sonra müzikoloji okudum üniversitede, mezun oldum, serde aktivistlik olunca o eylem senin bu eylem benim derken, sınavlara falan da gitmeyince  okul da uzayıverdi. Sonra mezun oldum işte altı yılda, aslında babam desteklemişti beni hep, müzik dersleri aldırmıştı ama mezun olunca babam hem şakayla karışık hem ciddi demişti ki “sanki mühendis mi, doktor mu oldun”  demişti… O zaman biraz üzülmüştüm, aslında belki de baya bi üzülmüştüm…
Catherina ve ben 
Sonra işte maceram başladı ya da maceraya devam ettim diyelim… Ordan oraya koştum eylem yapıcaz, dünyayı değiştiricez diye… Çocuklar şeker de yiyebilsinler diye falan işte…
Yambio’ya gittim… Orası ayrı bi dünya, ayrı bi hayat, ayrı bi deneyim oldu benim için… Hani hem zorluklar gördüm ama bi yandan o kadar güzel şeyler yaşadım ki… Aynı dili konuşamasan da birbirini ne kadar sevebileceğini gördüm… Bi temizlikçi ablam vardı, Catherina, yani benimle birlikte hastaneyi temizlemek için çalışan bi sürü temizlikçi vardı aslında ama işte Catherina’nın yeri ayrıydı gönlümde… Hiç konuşamıyoduk ama gözlerle, hareketlerle falan anlaşıyoduk işte… Böyle annem yaşında, annem gibi, annem gibi bakıyo aslında, annem mavi o kahverengi bakıyo işte, ama ikisi de aynı aslında… Ben dönerken Yambio’dan ikimiz de ağladık çok… Çok özledim Catherina’yı, aslında herkesi çok özledim, aynı dili konuşamadığım ama anlaşabildiğim tüm güzel insanlarımı çok özledim… En sevdiğim ağacımı buldum Yambio’da, gökyüzüne uzanan, kocaman gövdeli, belki de neler görmüş neler geçirmiş en güzel ağacımı buldum ben orda… Böyle ilk gördüğüm zamanlar hayal gibi geliyodu o ağaç bana, zaten genel olarak Afrika’nın doğası hayal gibiydi… Bazen gerçek olduğuna inanmak istedim ama gökyüzüne uzanan o kocaman gövde gerçek olamazdı sanki… Dans etmek bile başkaydı orda… Dans ederken hep sevdiklerimi düşünüyodum, hep onlarla dans ediyodum aslında, gökyüzüne değiyodum sanki dans ederken… Sonra özlem başkaydı, böyle ailemle konuşurken falan gözyaşlarımı tutamadığım oluyodu bazen, teyzemle konuşurken hiç şansım yok çok ağlıyoduk karşılıklı, gurbet işte… İnsanların tüketmeden ne güzel de doğayla uyumla yaşadıklarını gördüm orda… Mümkündü tüketmeden yaşamak, ben de basit yaşadım orda aslında…  Hatta kendi üretimimi yaptım ilk kez, roka, kişniş, domates, kabak bir sürü şey ektim biçtim, o rokaların kafasını topraktan çıkardıklarını gördüğümde gözlerime inanamadım, çok sevindim, iki günde güzelliklerini göstermişlerdi… Çocukların doğanın içinde hayatın yolunu bulduğu bi yerde olmanın güzelliğini orda gördüm ilk… Nasıl da mutlu oldukla
rını, mutlu koştuklarını gördüm, karşılıksız sevgilerini tattım çocukların… Çocuklar hayatım oldu aslında orda, çok sevdim çocukları… O saflıklarını belki de ilk kez orda keşfettim aslında… Sonra ordaki herkes güzel yaşasın diye uğraşan onca arkadaşımı tanıdım, yani gecesini gündüzüne katıp çalışan bütün Sınır Tanımayan doktorlar ekibi işte… Orada, yani Yambio'da anladım ki, aynı gökyüzünün altında yaşıyoz hepimiz… Hep Yambio’dan bi dönüş yazısı yazmak istemiştim ama elim varmadıydı bi türlü yazmaya… Çok özledim işte, çatısı ottan kulübemi, orda gördüğüm bütün enteresan canlıları, ağaçları, insanları… Çocuklarını özledim, ağaçların arasından koşturup üstüme atlamalarını özledim, hep gülsünler istedim… Orda dua etmeyi öğrendim… Kime, neye dua ettiğimi hiç bilemedim ama hergün Yambio’lu çocukların, dünyadaki çocukların iyi olması, güzel bi dünyada yaşamaları, yaşamak için dua ettim…


Muratla beraber... 
Döndüm işte sonra Yambio’dan geçen ekim ayında… Sonra biraz vakit geçirdim sevdiklerimle, ama yerimde duramadım… Yine Sınır Tanımayan Doktorlarla Kilis’e gittim… Aslında İstanbul’dan belki binden biraz fazla, Ankara’dan daha az kilometre uzak bulunan Suriye’de bi savaş var, o savaştan kaçan Suriyeliler Türkiye’ye geliyo, başka ülkelere gidiyo… Kimisi mülteci kamplarında kalıyo, kimisi artık kamplarda yer kalmadığı için kamp dışında kalıyolar, Kilis’te de birçok Suriyeli var… Ben Sınır Tanımayan Doktorlar’ın yaptığı dağıtım kampanyasına destek vermek için gitmiştim, kamp dışında kalan mültecilere bazı ihtiyaçlarını dağıttık yaklaşık bir ay boyunca… Yambio’da zorlanmıştım, hani durumlar zordu bazen, ama Kilis’te yaşadıklarım en zoruydu belki de… İlk kez bir savaşın bu kadar yakınındaydım belki de… Zordu savaşın izlerine, insanların gözlerindeki acıya şahitlik etmek zordu… Gittiğimiz aileler bizi çok güzel karşıladı, tüm yaşananlara rağmen tüm sıcaklıklarıyla misafir ettiler hep bizi, gülümsediler bize, sevgiyle karşıladılar… Çok soğuktu hava o zaman, kar bile yağmıştı… İnsanlar soğukta, bazıları yıkık duvarlar arasında yaşıyolardı, bazılarının hiçbişeyi yoktu… Yoktu ama ona rağmen ne varsa paylaşmaya çalışan bi sürü aile vardı… İncecik süngerlerin üzerinde incecik battaniyelerle bi odada on-onbeş kişi kalıyolardı… Koşullar önemli değildi, ama kayıplar vardı, acılar vardı… Çocuklar sokaklarda oynayamıyodu… Bigün bi evde yine kahve içelim diye ısrar etmişlerdi, çok işimiz vardı ama girdik içeriye... Ben aynı dili konuşamıyom o yüzden öyle dosyalarımı karıştırıyodum, sonra küçük Murat geldi, zorla elimi çekti, sonra elimi öptü, alnına koydu, sonra kucağıma oturdu... Aynı dili konuşmuyoduk ama çok sevdik Muratla birbirimizi... Çocuk Murat anlamıştı beni, hissetmişti içimdeki acıyı, sevgisini vermeye gelmişti bana... 
Babam, canım babam, Kilis’te kağıt gibi yanmış çocuklar gördüm, şekerler boğazlarında kalmış acıdan baba… Baba aynı gökyüzünün, aynı güneşin, aynı ayın çocuklarıyız ama, kiminin kısmetine bombalar, kiminin kısmetine başka şeyler düşüyo… Anlamıyom baba, şimdi de Suriyeli çocuklar için dua ediyom, artık dursun savaş diye, çocuklar bomba sesleriyle yaşamasınlar diye… Babam, mühendis, doktor olmadım… Ama işte Sınır Tanımayan Doktorlara katıldım, sen bana o şarkıları dinletmişken, söyletmişken nasıl sadece mühendis olcaktım ki zaten… Bugün de Antakya'dayım babam, Hayata Destek Derneği ile... Onu da sonra anlatırım... 

Sevgiler
bilge
En sevdiğim ağaç