14 Kasım 2012 Çarşamba


KOZİ'ME SEVGİLERLE... 

kozi
Bundan on yıl kadar önce Şura ve Bilge’yle beraber bi alışveriş merkezine gitmiştik. Dönüşte de toplu taşıma yok, alışveriş merkezinin servisinin saatini beklememiz lazım falan, istemedik beklemek, çok vardı servise, otostop çektik. Bi adam durdu, aldı bizi. Ama böyle bi rahat hissetmedi, biz de rahat hissetsin diye inceğimiz yerden önce indik arabadan.
O zamanlar annemlerle oturduğumuz yerde hayvan koruma evi olarak biliniyoduk, nerde bi hayvana zarar gelse, bizi arıyolardı. Ön balkonda iki köpek, arka balkonda bi görme engelli köpek, evde kediler. Bu arada beşinci katta oturuyoz falan. Ama bi yandan hasta hayvanlar, bazen kaybediyosun onları falan hem sinirlerin bozuluyo, hem öyle bi kaynağımız da yok yani, hani bahçe falan yok, e tedaviler hep masraf, ama elimizden geleni yapıyoduk… Neyse ailecek karar almıştık o zaman, bi tane köpek menenjit olduğundan onu uyutmak zorunda kalmıştık ve hepimizin sinirleri çok bozulmuştu bu duruma, işte başka hayvan girmeyecek eve, sadece şu an evimizde olan kedimiz olacak, ötekilerin problemlerini olabildiğince dışarda halledicez falan…
Neyse işte otostoptan indik, bi sokağa girdik, ben başka sokaktan gidelim diyom ama kızlar illa bu sokaktan gitçez dediler, hadi ben de takip ettim… Bikaç çocuk bi tane kedinin başında bekliyo. Bizim Şura ve Bilge de gördüler kediyi ay yazık falan diyolar. Ben bakmıyom tabi, bakarsam ne olcak bilmiyom. Bizim kızlara diyom ki, kızlar bişi yapamayacaksınız, nasıl olsa almıcaksınız kediyi, o yüzden gidelim hadi… Benim için zor tabi bakmamak… Neyse tam kızlara bi daha seslenecektim, kafamı çevirmiştim ki, Kozi ile göz göze geldik…
Bi hayat anı aslında… Kozi bi deri bi kemik, küçük belki bi buçuk, belki iki aylık bi kedi, tüyleri birbirine yapışmış yağlanmaktan, kendini temizleyememiş çok belli. Sonra bi ayağı kırılmış nasılsa, galiba öyle kırık bi şekilde de kaynamış. Sonra gözlerinde iltihap var, gözlerde perde… Ama biz gene de göz göze geldik onla işte, o sırada gözlerimin içine bakarak “miyav” dedi… Yani bi film gibi annemlerle yaptığımız konuşmalar gözümün önünden geçti ama. ama o “miyav” sesine nasıl dayanırdım ki? O kadar pisti ki ellerimle tutamadım bile, bi torba aldım onun içine koydum, sonra bi kutu buldum falan. Kutuyla beraber eve giricem, kapıyı çaldım, babam elimde kutuyu gördüğü an kapıyı yüzüme kapattı ve içerden bana herhangi bi hayvanla eve giremeyeceğimi söyledi. Annem de yok evde, param da yok falan… Neyse annemi buldum, gösterdim, dayanmadı yüreği, para verdi bana, veterinere gönderdi, bi yer buluruz dedi. Götürdüm veterinere, gözlerini tedavi olabilceğini söyledi ama ayak için pek umut yoktu ne yazık ki. Bi de giderken kutunun içine kakasını yaptı ki, nasıl kokuyo, rezil oldum millete… Sonra eve geldim, kapının dışından babama Kozi’ye bakacak birini kesin bulacağıma dair sözler verdim ve eve girmeyi başardım Kozi’yle… Aslında Kozi’nin uzun adı Quasimodo… Kısaca Kozi oldu adı işte J. Elbette ben ona bi yer bulamadım, herkes kedim şöyle güzel olsun, böyle rengi olsun falan diyodu. Kozi’yi beğenen çıkmadı, oysa aslında o bi bengal kaplanı gibiydi, sağ tarafındaki izin aynısı sol tarafında da vardı, sol elindeki çizgi, sağ elinde de vardı, çok güzeldi oğluşum, kaplandı…
Koziyle... 
Neyse işte ne kadar şanssızdılar oysa ki Kozi’yi beğenmeyenler ve biz ne kadar şanslıydık aslında… Ne kadar sevgi doluydu Kozi, benim bugüne kadar gördüğüm bütün kedilerin hepsinin sevgisini topla o bile anlatmaya yetmezdi Kozi’nin sevgisini. Herkese karşı, kim gelse eve, topallaya topallaya gider herkesi ne kadar çok severdi, böyle kafasıyla vücuduyla severdi herkesi, hani bunu her kedi yapar dersiniz belki ama o size değince başka değerdi, bunu herkes de söylerdi, Kozi başka derdi herkes… Zaten babam sonra dedi ki, hani birini bulur gibi olmuştum Kozi’ye, vermem dedi, vermem Kozi’mi kimseye, zaten sonra Kozi babamın kedisi olmuştu (ta ki Kontes gelesiye kadar ama o başka hikaye tabi)… Kim gelirse gelsin onlarla uyurdu, hani yeni tanıştığı birileri olsa bile ona fark etmezdi… Genelde annemle uyurdu tabi, ama o kadar kocamandı ki, yatağın çoğunu kaplardı valla. Galiba çok aç kalmıştı, o yüzden çok yemek yiyodu, onu durdurmak zordu, herkesin yemeğine dalıyodu, yemekleri kaçırmak zorunda kalıyoduk, o yüzden de çok kilo almıştı aslında, belki on kilo vardı Kozi… En çok sevdiği şey de zeytindi. Kahvaltı sofrasını hazırlıyoz bi gün, zeytini koymuşuz, sonra mutfağa gitmişiz, tabi Kozi masanın üstünde yerini almış hemen, patisiyle bi tane zeytin çıkarmaya çalışıyo tabaktan, tabi ben mutfaktan çıkıyom görüyom, Kozi napıyosun diyom, “miyav” diyo bana sanki ne var ki, bi zeytin alıyoz, sevdiğimiz yiycek işte der gibi… Sonra bunu her tekrarladığında ben ona “Kozi, şişşştt” diye bağırıyodum o da bana miyav diyodu… Hatta bu oyunu hep oynuyoduk onla sonra da, şişşttt Kozi diyodum, zeytin olsa da olmasa da işin içinde, o ne yapıyoz be bakışlarını atıyodu bana, miyavvvv diyodu sonra… Kozi sevginin simgesiydi benim için hep, sonra yaşamanın, yani onca derdine rağmen ne güzelde sevgi dolu ve mutlu yaşıyodu, valla evimize geldikten sonra,  Kozi “sevgi” daha bi anlamlı hal aldı, sanki daha çok sevdik birbirimizi, sanki bize sevgiyi daha bi güzel öğretti, yaşattı Kozi… Sonra bi de burun ısırmayı çok seviyodu, böyle kucağınızda yatıyoken bir an hopp diye burnunuzu ısırabiliyodu ama tatlı ısırma J Bi de böyle penguen gibi otururdu iki ayağının üstünde, bi de ne ayağım kötü, ne şişmanım der her yere koşturur, oyunlar oynardı, oynardık yani… Bi yeğenlerimi kıskanırdı azcık, Toprak ve Ege’yi, hani o da annemle babamı kıskanıyodu sanki gibi, e tabi torun olunca… Annemler Fethiye’ye taşınmışlardı o zaman hem kendileri, hem kedilerimiz için, Kozi önce dışarı çıkamıyodu ama sonra bi alışmıştı, bi koşturuyodu kelebeklerin falan arkasından, galiba Kozi’yle ilgili en sevdiğim manzaralardan biri oldu bu… Canım sıkılmıştı bi keresinde bişeylere, ağlıyodum, gelmişti kucağıma, gözyaşlarımı öpmüştü, kafasını koymuştu yüzüme… Konuşuyodu hep, bişi diyodun muhakkak karşılık veriyodu, daha vermediğini görmemiştim, hem Türkçe hem başka diller de biliyodu yani, yabancı arkadaşlarımla da konuşuyodu hep, hani hiç duymamazlıktan gelmezdi Kozi, duymamazlıktan, görmemezlikten, sevmemezlikten gelmezdi işte…
Kozi’mle bi ilkbahar sabahı karşılaşmıştık işte… Hani dünya, olaylar beni onunla karşılaştırmıştı, bu randevu evren tarafından ayarlanmıştı sanki… Sonra ben işte geçen ay Güney Sudan’dan döndüğümde, annemle babamı görmeye gittim tabi ki Datça’ya. Babama haber ettim, otobüs terminalinde karşıladı, anneme de sürpriz yaptık… Eve girdim, gittim annemle sarıldık öpüştük, kafamı çevirdim, sevinçle Koziiiiiiii, oğlummmm şişşşştttt diye bağırdım, kimse miyav demedi… Sonra annemle babam ağlamaya başladı… Ben yokken Kozi’yi kaybetmişiz, hasta olmuş, gitmiş Kozi… Ben yokken gitmiş… Çok özledim Kozi’yi, çok özledim…

Bilge

23 Eylül 2012 Pazar

Afrikalı Küçüğüme


24.08.2012


Yambio'nun bulutları
Küçüğüm… Küçüğüm, gitme bu dünyadan be… Gitmezsen eğer neler neler olucak… Sen gözlerini açınca, annenin o ağlayan gözleri, sonra ananenin, belki teyzenin, babanın, bilmiyom yanında çok insan var hep, onların o ağlayan gözleri hep gülecek küçüğüm… Doktor Maura ablan çok sevincek, sonra hemşireler, herkes çok sevincek… Sonra tukulunuza gitçeksiniz, arkadaşlarınla buluşçaksın küçüğüm, özlemişlerdir seni hem, beraber ağaçların altında koşturcaksınız daha… Sonra belki sen o küçücük bedeninle tulumbadan su doldurmaya gitçeksin, sonra o küçücük kafanda on litrelik bidonu taşıcaksın belki küçüğüm, belki o sular taşçak dökülcek… Sonra güzel yemekler yiceksin, belki süt dişlerin kırılcak yerken… Belki yaramazlık yapçaksın,  sonra annen kıçına bi şaplak atacak… Mango ağaçlarının tepesine çıkçaksın daha küçüğüm… Dalından kopardığın mangoları yiceksin… Sonra belki ordan gökyüzüne bakçaksın, bulutları keşfetçeksin belki de, kahkahalar atçaksın daha… Ne biliyim belki hani o çamurlu küçük göl var ya, sen de bütün çocuklar gibi oraya gidip yüzme denemeleri yapçaksın küçüğüm… Sonra belki geceleri yıldızların altında uyucaksın daha…

Sonra sabah kalkçaksın neşeyle, sonra belki ben sizin ordan geççem, arkamdan koşturcaksın “kavaca, kavaca*” diye, sonra belki de ben senin o güzel yanaklarını sıkıcam… Belki okula gitçeksin sonra, belki İngilizce öğrenceksin… Sonra daha futbol oynucaksın belki… Kiliseye gidip dua etçeksin küçüğüm, başka hastalar iyileşsin diye… Şarkılar söylüceksin sonra, dans etçeksin neşeyle arkadaşlarınla beraber kilisede… Belki Yambio’nun deli yağmurlarının altında koşturcaksın çılgınlar gibi… Belki burda kalcaksın, belki başka yerlere gitçeksin küçüğüm… Sonra belki aşık olcaksın, yüreğin titricek sevdiğini görünce,  belki beraber gökyüzünü seyretçeksiniz… Belki sen büyüyünce biz gene karşılaşcaz… Karşılaşmasak bile küçüğüm aynı gökyüzüne, aynı aya, aynı güneşe bakıyo olcaz… Bilmiyom ne zamandır hastanedesin… Ama gözlerini kapalı görüyom son günlerde, öyle olduğun yerde yatıyosun… Adını bile bilmiyom ne hastalığın var, ne derdin var onu da bilmiyom, belki en fazla bi yaşındasın…

Ama seni hergün görüyom küçüğüm, böyle bi garip bi bağ hissediyom sana küçüğüm  ve seni çok seviyom… Hergün senin için dua ediyom, hergün senin için ve bütün çocuklar için dua ediyom… Daha yaşıcak çok şeyimiz var hep beraber, paylaşçak çok şeyimiz var… Gökyüzü, ağaçlar, bulutlar, güneş, ay, yollar, gökkuşağı, yağmur, sevgi hepsi senin için, bizim için… Bugün doktordan izin aldım, ellerimi iyice yıkadım, elini tuttum küçüğüm, belki hissettin belki hissetmedin, ama o küçücük parmaklarınla parmaklarımı sıktın, azcık ağzını oynattın, nasıl sevindim bilemezsin… Yarın gene gelicem seni görmeye… Tek dileğim o güzel gözlerini açman, şöyle rahat bi nefes alabilmen küçüğüm, şöyle bi oh diyebilmen, ha gayret küçüğüm… Daha çok şeyler yaşayacaksın iyisiyle kötüsüyle… Bunu bi atlattın mı, hiçbişi senin önüne geçemez küçüğüm…Hadi hepimizi sevindir, sen gülersen, dünya güler…

25.08.2012

Bugün gitmicektim hastaneye…. Fakat çadıra giden kablo yanmış, o yüzden gelmem gerekti. Seni bugün de gördüm küçüğüm… Gözlerini açmamıştın ama oksijen makinesinde değildin, kendiliğinden nefes alıyodun. Ne sevindim bilemezsin. Sen iyileş, hep iyi ol istiyom.
30.08.2012 

Küçüğüm, adını hala bilmiyom. Son günlerde hastanede koşturmaca çok, aslında hep çok işte koşturmaca… Sana ziyarete gelememiştim bikaç gün, unuttum sanma… Doktor ablan aradı beni, gel sana bişi göstercem diye. Ellerini yıka dedi, sonra 12. yataktaki hastayı git gör dedi. O yataktaki hasta sendin küçüğüm. Uzun uykudan uyandın nihayet…  Uyuyodun gerçi gene geldiğimde, biraz sıkıştırdım, rahatsız ettim seni ama bana mısın demedin, uyumaya devam ettin…

Sonra bi daha geldim, o zaman uyanmıştın, süt bile içiyodun… Açıkçası bilmiyom hastalığın neydi, ama hani biraz kafayı tutamıyosun şimdi dik, hani böyle yaylanıyosun birazcık. Belki bazı kalıcı problemler olabilirmiş sağlığında… Ama ben dua ediyom senin için, sonra doktorlar, hemşireler sana çok iyi bakıyolar… Ha gayret, o uzun uykudan uyandıysan eğer bunları da atlatırsın, o küçücük bedenin bunları aştıysa, daha neler neler yaparsın… Ha bu arada, annenin gözleri gülüyo, sana süt içirirken falan öyle nazik, öyle dikkatli ki… Hergün seninle ilgili daha güzel haberler duymak istiyom… O kafayı dimdik görmek istiyom küçüğüm, ha gayret…

04.09.2012 

Bugün de geldim yanına, baktım annen toplanıyo, gidiyosunuz sandım, hemen ellerimi yıkayıp koşturdum yanına, hani hoşça kal diyim sana diye, ama meğersem sadece eşyalarınızı topluyomuş annen. Biliyosun bizim hastanede çok olanaklar yok hani her çocuğa bi oda ya da dolap falan düşmüyo hani eşyalarınızı koyun diye, annen de küçük bi çantaya topluyo eşyalarınızı. Bugün hareketlenmişsin baya, ama kafa gene yaylanıyo, sanki gözlerin de görmüyor gibi… Böyle şeyler olurmuş, internetten okudum, o kadar zaman derin uykudaydın, böyle şeyler bazı sağlık problemlerine, belki nörolojik problemlere yol açabilirmiş. Gene parmaklarımı sıktın…

Annen de gülüyo ben gelince, seninle oynayınca, belki anlamıyo, napıyo bu garip kız diyo. Keşke aynı dili konuşsak, neler anlatırım  ona, benim şu anki hayat motivasyonum senin bebeğin ve onun gibi bütün çocuklar diyebilseydim, hani çocukların anlamlı-anlamsız herşeye gülüşlerini izlemek, o küçücük bedenlerinizle yaptığınız garip hareketler, koşturmacalarınız falan, bütün bunlar benim için hayatın anlamı diyebilseydim… Geçen gün kilisenin ordan geçiyodum, dua vardı. Burda duayı dans ederek, şarkı söyleyerek yapıyolar ya Küçüğüm, senin gibi küçücük çocuklar dans ediyolardı, ben yaklaşınca yanıma yanaştılar, benimle dans ettiler falan, çok tatlıydılar…

06.09.2012

Küçüğüm, bugün gitmişsiniz hastaneden. Sana veda edemedim. Bi daha karşılaşır mıyız bilimiyom. Çünkü yakın zamanda memleketime geri dönüyom, sonra belki başka ülkelerdeki çocukların iyileştiği hastanelerden birine gidicem. Ama o sevimli yüzünü hiç unutmucam senin Küçüğüm. Belki sıtmaydı hastalığın, hani ilerlemişti, o dokundu sana belki. Tek dileğim tüm sağlık problemlerinden kurtulman, mutlu ve huzurlu bi çocuk olarak hayatına devam etmen, tüm yüreğimle bunu diliyom… Tüm yüreğimle hani senin için o ilk gün yazdığım şeyleri yapabilmeni diliyom. Burda çocuklar, yetişkinler sıtma oluyolar, burası sıtma bölgesi, aslında çoğu kişi sıtma nedeniyle hastaneye geliyo. Sıtma gibi tedavi edilebilir hastalıkların insanları böyle etkilememesini diliyorum…

Küçüğüm, belki görmüyosun, belki görmeyeceksin ayı, güneşi, gökyüzünü… Ama aynı güneşin ışıkları içimizi ısıtacak, sonra aynı gökyüzünün yağmurlarıyla ıslanıcaz…

__

Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre her yıl 2 milyon kişi sıtma nedeniyle hayatını kaybediyor, 400 ve 500 milyon arası kişi ise sıtmaya yakalanıyor.  Dünyanın neredeyse yüz ülkesinde görülen sıtma nedeniyle gerçekleşen ölümlerin %90’ı Sahra Afrikası’nda gerçekleşiyor. Bu hastalık en çok çocukları ve hamileleri etkiliyo. Yaşanan ölümlerin %75’i çocuklar. İlerlemiş sıtmayı bir şekilde atlatan çocuklar ise ne yazık ki nörolojik problemlerle karşılaşabiliyolar. Fakat insanların sıtmaya yakalanmamaları, sıtmadan kurtulmaları, sıtmanın daha iyi ilaçlar kullanılarak tedavi edilmesi mümkün. Uyurken cibinlik kullanılması sıtma için ciddi bi önlem.

Biçok ülkede sıtma ilaçlarını bulmak mümkün, fakat insanlar ilaç masraflarını karşılayamadığı için ya da tedavi merkezlerine geç gittikleri için ya da tedavi merkezlerine çok uzakta oldukları için ya da iklim şartları elvermediğinden ötürü ne yazık ki sıtma nedeniyle yani aslında tedavi edilebilir bir hastalık nedeniyle hayatlarını kaybedebiliyolar. Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü sıtmanın çok sık görüldüğü Yambio’da çalışmaya devam ediyor. Örneğin Yambio’ya bağlı Gangura’da herkese cibinlik dağıttık, yine hastanede sıtma geçiren tüm hastalara cibinlik verdik. Hergün yüzlerce çocuğa sıtma tedavisi uygulamanın yanı sıra, eğitim çalışmalarıyla insanların hastaneye erken gelmelerini sağlamaya çalışıyoruz. Ayrıca Yambio çevresinde birçok yerdeki halktan bilgilendirici çalışmalar yapan, gerekirse hastaları hastaneye yönlendiren insanlarla beraber çalışıyo. 

Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü, 1985 yılından bu yana Afrika’da, Asya’da ve Latin Amerika’da sıtma hastalarını tedavi ediyor, bu konuda daha iyi tedaviler uygulayabilmek için araştırmalar yürütüyor. Belki Küçüğüm sıtmaydı, bilmiyom ama kuvvetle muhtemel, hastaların nerdeyse yüzde doksanının sıtma nedeniyle hastaneye geldiği bi yerde sıtmadan başka olasılık gelmiyor aklıma. Belki Küçüğüm çeşitli güçlüklerle karşılaşacak hayatında hastalığın ona verdiği zararlar nedeniyle fakat yüzlerce çocuk ise Sınır Tanımayan Doktorlar örgütü sayesinde hayata dönüyor, sağlıklı bir şekilde yaşamaya devam ediyor! 


Yambio'nun ışıkları


 *Kavaca Juba Arapçası’nda “beyaz” anlamına geliyo.

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Ben kediyim anne, bana kızma!


Kedi gibiyim. Şimdi ben Afrika’dayım ya, sanki Afrikalıymışım gibi hissediyom. Yani aslında Yambiolu gibi… Dört ayı geçti bu arada buraya geleli. Bu arada çok şeyler oldu, Uganda’ya gittim örneğin, tatile ama. Afrikam çok güzel, inanılmaz, uçsuz bucaksız… Kampala’da bi kampta kaldım önce, bahçesinde evcil olmayan maymunlar vardı. Böyle oturup da yemeğinizi yerken, maymunlar oynuyo gözünüzün önünde, bi tanesi naylon dosya bulmuş onu kaçırıyo falan arkadaşlarından, ağaçların o dalından ötekisine ağzında dosyayla zıplıyo. Böyle ağzın açık izliyosun. Sonra Uganda’nın ulusal parkına gittik, Murchison Şelaleleri’nin olduğu park, Doktor Maura ile. Bir nevi safari diyelim. Aslında önce baya kendime sordum doğru bir şey yapıyomuyum, yapmıyomuyum diye, yani hayvanların doğal ortamlarına giderek onları rahatsız etmiş olmucak mıyız falan diye düşünürken, giden arkadaşlarım hani öyle de çok zararlı bişi değil dediler. Güvendim arkadaşlara ve de gittim.

Aslında safari Uganda için önemli bir gelir kaynağı. Hani belki oralarda safari yapılmasa belki de oralara fabrika kurulcak, ne biliyim belki şimdi baktıkları gibi bakmıcaklar diye düşündüm. Ormanın içinde topraktan yol var, o yolun üzerinden ormanın içinde yol alıyosunuz arabayla, o sırada dünyanın süprizleri birbirini izliyo ardı sıra. Önce adını bilmediğim unutkan hayvan. Öyle unutkanmış ki, arkasını döndüğünde arkasında bi aslan olduğunu unuttuğundan aslana yem olacak kadar. Sonra ceylanlar, geyikler, zürafalar, aslan, gergedan, hipopotamus, türlü kuşlar ve de en sevdiğim filler… Filleri çok seviyom, çok güzeller, böyle hani ayakları en yere basan hayvanlar fillermiş gibi geliyo, hani dünyanın, toprağın en farkında olan, tabi bu da benim hayal dünyamın ürünü ya da belki de bi belgeselde duydum… Ertesi gün tekneyle şelaleye doğru yol aldık, Nil’in kollarından birinin üzerinde. İnanılmaz bir doğa, bence herkes Afrika’ya gelmeli, görmeli…

En son gün de yürüyerek şelalenin kaynağına gittik, nasıl ç-ağlıyodu anlatamam, güzelliğine dayanamadım, mutluluktan ağladım, bi de korktum ya bişey olursa bu güzelliğe dedim, ya baraj yaparlarsa ya kötü bişi gelirse başına dedim… Sonra döndük Kampala’ya, ordan Jinja’ya geçtik. Jinja Nil’in doğduğu yer, oradan sonra 6000 km yol alarak Akdeniz’e dökülüyor ve Afrika’ya hayat veriyo. Orda da bi kampta kaldık, çadırda, hemen önünde çadırın küçük bi uçurum, uçurumun üzerinde uzun uzun ağaçlar, uçurumun dibinde ise yine Nil var. Hani ormanın içinde ya, gece sessiz sakin olur diyodum amanın geceleyin nasıl bir gürültü, nasıl bir cümbüş cemaat, dedim bu orman hayvanları baya eğleniyolar geceleyin… Sonra çadırınızdan çıkıyosunuz sabahleyin uyanınca, karşınızdaki manzara çığlık çığlığa ağaçtan ağaca atlayan maymunlar… Tüylerim diken diken oldu güzelliklerinden… Sonra ayrılma vakti geldi ve de evimize, Yambio’ya geri döndük… Çok özlemişim… Hani kedi olma durumu var ya, Uganda’yı çok sevdim ama gene de Yambio’yla karşılaştırıyodum, işte Yambio’da şu daha güzel, bu daha güzel diye Amann hepsi çok güzel işte diyom sonra tabi… Hasret giderdik kamptakilerle, hastanedeki ekiple, çok heycanlandım gitmeden önce hastaneye hani iki hafta görüşmedik ya, ne güzel karşıladılar beni, sarıldık, özlem giderdik… Aslında hep bi yanım Afrikalı gibi hissettim, afrika müziğini hep çok sevdim ne biliyim afrika kıyafetlerini, belgesellerini falan hep çok sevdim hayatımda. Bi sürü Afrikalı arkadaşım da oldu hayatımda. Buraya gelince daha da bi ait hissettim kendimi. Basit hayat, az kıyafet, az tüketim, doğayla uyum, doğayla içiçe olmak, herkese selam vermek… Sabah yürüyüşe gidiyom arkadaşımla ve yolda gördüğüm herkese selam veriyom. İstanbul’a dönünce çok garip olcak, valla herkese selam vericem, burdakiler gibi gülen yüzlerle herkese selam vericem, bakalım neler olucak… Neyse işte burdayken Afrikayla ilgili filmler izliyom, okumaya çalışıyom, ne biliyim insanların hikayelerini öğrenmeye çalışıyom falan.

Zorluklar var bu kıtada, hatta hani o turuncu yollar var ya, o turuncu yollar kanla karışınca almış bu rengi diyolar… Örneğin Güney Sudan’ın “kayıp oğlanları” hikayesi var. Bundan yıllar önce Sudan ikiye ayrılmamışken daha, Sudan’ın güneyinde yaşayan Müslüman olmayan küçük çocukların öldürülmesini emretmiş hükümet. Saldırgan gruplar gelip köyleri yağmalıyolarmış, sonra bi keresinde çocukları bi kulübenin içine koyup o kulübeyi yakmışlar bile ya da bazılarını hadım etmişler çocukları olmasın da çoğalmasınlar diye… Sonra bu çocuklar ailelerinden ayrılıp kilometrelerce yol gitmişler, kaçmışlar oldukları köyden ve de bu çocukların olduğu bir mülteci kampı oluşmuş, hep beraber orada binlerce çocuk yaşamaya başlamışlar… Annelerinden, babalarından, kardeşlerinden uzakta… Kimisi giderken yürümeye dayanamayıp hayatını kaybetmiş, kimisi açlığa, susuzluğa dayanamamış… İşte bu kayıp çocuklarını arayan ailelerin isimlerinin olduğu listeler geliyomuş arasıra, heycanla hepsi arıyolar ailelerini falan, bazıları izlerini buluyo, bazıları bulamıyomuş falan… Neyse bu çocuklarla ilgili bi belgesel vardı, onu izledim. Belgeselde oğlu, anasına, kardeşine on sekiz yıl sonra kavuşuyodu, annesi mutluluktan bayılıyodu, şarkılar söylüyodu. Ne güzel de kavuşmuştu annesine, kardeşine… Ama tabi bu kayıp çocukların hepsi ailesini bulan o kayıp çocuk kadar şanslı değiller… Ve o kayıp çocuklar belki de hala o kampta yaşıyolar, aileleri ve geçmişleri kaybolmuş şekilde… İşte tüm bunları izlerken düşündüm, aileler ne kadar basit ve de çoğu zaman aslında gereksiz sebeplerle birbirlerini kırıyolar. Çocukları mutlu olmak için doğurmuyo mu insanlar, önemli olan mutluluğu düşünmek diye düşündüm yani Afrika’da ya da Türkiye’de ya da başka bi yerde işte… Hani ananem, çocuğunu kaybetmiş, yıllar geçti üzerinden, ananem hala ağlıyo…

Geçen gün akşam yemeği sofrasındaydık. Ben afiyetle yemeğimi yiyodum. Bizim kampın yanında bi bina var, oraya yerinden yurdundan edilmiş insanlar geliyomuş, evlerine dönmek için bir tür geçiş noktası, yani bulundukları yerden buraya geliyolar, buradan da evlerine dönüyolar. Oradan çocuk ağlamaları geliyo bazen. Bizim ekipten biri sormuş , niye ağlıyo bu çocuk diye, birisi belki de açlıktan demiş. İşte tam yemeğimden o güzel lokmaları aldığım anda bu hikaye beynime çakıldı, lokmalar ağzımda büyüdü, bi süre yiyemedim, belki de aç değildi çocuk, hani çocuklar ağlıyo sonuçta, hani yokluk bölgesi de diil burası ama yine de açlığı düşündüm. Ben aslında gerçekten hiç aç kalmadım. Hani küçükken durumumuzun zor olduğu zamanlar olmuştu, hani öyle çeşitli yiyecekler alamadığmıız zamanlar olmuştu ama kötü de olsa yiyecek bişiler oluyodu evde. Üniversiteye giderken bazen akşam yemeğine kadar bişeyler yiyemeyebiliyodum, karnım falan gurulduyodu çünkü bazen harçlığım olmuyodu ama hani ona da açlık diyemem. Açlığın ne olduğunu bilmiyom. O yüzden kendimi aç bi çocuğun yerine koyamadım. Ama kendimi annesinin yerine koymaya çalıştım (biyolojik olarak anne olmadım ama manevi olarak anne diyen biri var bana, oğlum, onu çok seviyom, kıyamam ona)… Ne acı, çocuğun gözünün önünde acı çekiyo, açlıktan ağlıyo ve senin yapabileceğin şeyler çok sınırlı, kendi şehrinde bile yaşamıyosun, belki elin kolun bağlı, muhtemelen kendin de açsın, belki de çocuğun gözünün önünde hergün biraz daha eriyo. Yani belki dünyanın büyük bi kısmının çok yiyeceği var ama dünyada bazı insanlar aç! Belki de yanı başımızda! Belki de yanı başınızda!

Aç olmak zor, aç bir çocuğun anası olmak belki ondan zor. Bi yandan bizim memleketteki bazı anneleri-babaları düşünüyom. Çocuklarına biçok şey için kızıyolar, bazen hayatı zorlaştırıyolar falan. Anlamıyom bunu, çünkü çocukları mutlu olmak için doğurmuyolar mı, çocuklarının mutlu olmalarını istemiyolar mı diye düşünüyom. İşte ne biliyim önemli olan çocukların sağlıklı ve mutlu olması değil mi? Hani büyük şehirlerde bu değişiyo son zamanlarda ama örneğin kızın evlenmeden önce seks yaptıysa ve aile bunu öğrendiyse, ne biliyim çocuğun eşcinselse ya da ne biliyim çocuğun toplumun geri kalanından biraz farklıysa işte ne biliyim aktivistse, işte okulda iyi derece alamadıysa hayatı zorlaştırıyo aileleler, bazen hayatı bi yarışa dönüştürüyolar çocuklarına, her konuda iyi olman lazım, en iyisi sen olman lazım, bu kötü bu kaka, sen hep iyi olmalısın falan diye, iyi iş sahibi olmalısın, iyi para kazanmalısın, aile sahibi olmalısın, evlenmelisin, çocukların olmalı, çocuklarına bi sürü şey almalısın, hani en iyi kıyafeti giymeliler, bunu yaparsan onlar hakkımızda ne düşünür sonra larla geçiyo ömür bazen. İşte bu noktada şunu düşünemiyolar, ben bu çocuğu mutlu olsun, olalım diye doğurdum, önemli olan onun mutlu olması, önemli olan onun kendisi olup mutlu olması değil mi diye düşünmüyolar belki de…

Neyse diyeceğim şu ki, herkes elinde olanların farkında olsa keşke, elinde olanlarla ve kendisiyle mutlu olmayı bilse… Ve de kendi oluşturduğumuz saçma sapan kurallar zinciri içinde kendimizi kaybetmesek ve mutlu olmayı unutmasak. Yani hani anneysen, babaysan ve çocuğun hayattaysa sağlıklıysa bunun farkında olup mutlu olmayı öğrenmelisin diye düşünüyom. Hani ya çocuğun kayıp çocuk olsaydı ne olurdu o zaman?

Herkese sevgiler Bilge

27 Mayıs 2012 Pazar

Yıldız Yağmuru


Bi buçuk ay oldu Yambio’ya geleli. Nasıl geçti zaman bilmiyom. Turp gibiydim ama dünden beri midem, barsaklarım falan filan bi garip işliyo, ateşim falan var. Arkadaşım Paola bana mıknatıslarla alternatif bi tedavi uyguladı. Şimdi daha iyiyim. Galiba karnımda o tropikal bölgelerde olan cinsten kurtçuklar olabilirmiş.

Bi buçuk ay oldu işte, önceleri zorlanmıştım ama şimdi dört buçuk ay sonra burdan ayrılcağım aklıma gelince gözlerim doluyo, ne kadar çok özlüceğimi düşünüyom, hatta bazen gözyaşlarımı tutamıyom. Buraya en büyük tutkum doğasından ötürü, bi de insanları tabi… Gökyüzü her zaman bana eşsiz gelmiştir, yani herkese olduğu gibi belki de… Ama burdayken bazen acaba ben bakmıyomuydum bulutlara diye düşünüyom, o kadar çok bulut var ki, o kadar derin ki gökyüzü, bazen pisikletime binerken bulutların arasında uçuyomuşum gibi geliyo bulutların ve ağaçların arasında. Sonra “hav ar yu” diye bağıran çocuk sesleri birden yere inmemi sağlıyo… Tanrım buranın çocukları ne kadar güzeller, hepsi ayrı güzel, biraz pasaklılar, biraz sümüklü, çocuk işte ama eylence dolular çoğu zaman, sevgi dolular… Böyle bizim çocuk sağlığı ya da ayakta tedavi bölümünde çocukları ağlar görünce kaçıyom valla, dayanamıyom ağlamalarına çocukların, hemen ben de ağlıyom sonra. Onları hep ağaçların arasından önüme koşan ve hav ar yu diye bağıran şekilde görmek istiyom, hergün yattığımda önce Yambiolular, sonra tüm dünya için sağlık diliyom. Yağmur yağcağı zaman o kadar kocaman, gri ve siyah bulutlar sarıyo ki gökyüzünü… Şimdi kulübemdeyim, dışarda inanılmaz bi yağmur var, gök gürleyince yatak yerinden oynuyo sanki.

Yağmurdan sonra, salyangozlar sarıyo etrafı, boy boy yeşil salyangozlar... Pisiklete binerken çok dikkatli sürmeye çalışıyom ki onların üstünden geçmeyim diye… Onun dışında çeşit çeşit kertenkele, renk renk enterasan böcekler... Sonra geceleri gökyüzü o kadar güzel ki Yambio’da… Hele ki jenaratör çalışmıyosa aman diyorum, yıldız yağmuru başlıyoo… Yıldızlar yağmur gibi… Gökyüzüne bakmak buradan bi başkaymış onu anlıyom her baktığımda…

Benim bi arkadaşım var, ama hani can yarısı gibi, Seçil adı. Ben aya her baktığımda bi başka şekil görürdüm küçükken. Bi gün beraber aya bakarken bana Maykıl Ceksını görüyo musun diye sordu. Yok dedim görmüyom. Ayın üstündeki şekil maykıl ceksın dedi, yüzünü şöyle 25 derece sola doğru ey, öyle bak aya, maykıl ceksını görceksin dedi. Gerçekten de Maykıl Ceksını gördüm o gün, ondan sonra başka da bişey göremedim ayın üstünde Maykıl Ceksın’dan başka. Maykıl Yambio’da da gözüküyo valla.

Ay, gökyüzü, ağaçlar, çocuklar inanılmaz. Eğer şiir yazabilseydim ne nameler düzerdim diye düşünüyom hep… İnsanlar inanılmaz. Burda elektrik yok ya, çamaşır makinesi falan da yok. Örneğin çamaşır yıkama ekibimiz yedi kişi hastanede, hergün yüz hastanın çarşaflarını falan yıkıyolar, hem de bildiğin toz ya da katı sabunla. Her birinin önünde eğilmek istiyom, o kadar mülayim insanlar ki… Bir tanesi keşke bir fotoğraf makinem olsa diye anlatıyodu geçen gün, herşeyin fotoğrafını çekerdim, sonra seninle fotoğraf çekilirdik diyo, çünkü gideceksin birkaç ay sonra, seni hatırlarız fotoğrafın olursa diyo. Hani toplantı yaptık bi kere, benden yaşça büyük çoğu ama benimle yan yana oturmaktan çekiniyolar falan, hani garip bi saygı anlayışı var, zorla çekiyom yanıma oturtuyom falan onları, gülüşüyoz baya.

Hani böyle birşeyler yaparken hayatta bazı insanları örnek alırsınız, hani idolünüz olur ya ben de ilk Greenpeace’e katıldığımda, Tolga Temuge idolümdü, hala da benim için çok ayrı bi yeri vardır hayatımda. Sonra Banu Dökmecibaşı tabi… Hala böyle buluştuğumuzda gözlerim açık dinlerim ikisini de, ne biliyim hatta onlarlayken kendimi o Greenpeace’e ilk katıldığım yaşımda hissederim, yani yirmi yaşında gibi, hani ekibin küçüğü, yaramazı kıvamında hissediyom hala, sanki aradan hiç onca yıl geçmemiş gibi. Onlar gibi tutkulu ve heyecanlı bağlanmak için mücadelemize elimden geleni yapmak istiyom. Bu hikayeyi bi ara anlatırım…

Burda da Doktor Juan var. Çok sessiz bi doktor, elli yaşını geçmiş sanırım. Kadın sağlığı bölümünde çalışıyo. Hergün onlarca hastaya gıkı çıkmadan yetişiyo. Gece, gündüz demeden çalışıyo. En güzel esprileri o yapıyo, sessiz espri yapıyo ama biz gülmekten kırılıyoz… Çok değerli birisi, Sınır Tanımayan Doktorlar’da en büyük ilham kaynağım Doktor Juan. Yorulsa da, bunalsa da ne zaman ihtiyaç olsa hastanede Doktor Juan, herşeye yetişiyo. Onu çok seviyom, yani aslında burdaki herkesi çok seviyom. Doktor Maura var sonra, o da otuz yaşında, çocuk doktoru. Hemşirelerimiz var bi de. En çok medikal ekip yoruluyo, hiç durmaksızın çalışıyolar, hepsi ayrı ayrı değerliler… Hepsi yıldız gibiler, Yambio’nun yıldızları… Yani isteseler kendi ülkelerinde hastanelerde çalışırlar ama onlar burda olmayı tercih ediyolar… Geçtiğimiz haftalarda Yambio’nun çeşitli bölgelerinde kızamık aşısı yapıldı çocuklara. Kızamık salgınının önüne geçmek için... Herkes geceli, gündüzlü çalıştı. İşte biçok sebepten medikal ekiple her konuştuğumda ayrı bir ilham alıyom…

Velhasıl kelam, burda modern dünyanın öğeleri çok yok. Bazen evimi özlüyom, herkesi özlüyom, yemekleri falan özlüyom, rahat olmayı özlüyom çünkü bi nevi diken üstünde olma durumu var ne yalan söyleyim bi de galiba mesafeler uzadıkça doğru orantılı olarak özlem de büyüyo… Ama herşeye rağmen ben gökyüzümle ve de insanlarımla ve de doktorlarımla mutluyum…

Herkese sevgiler...

13 Nisan 2012 Cuma

Gökyüzüne binaların karışmadığı yer Yambio!


Geldiğimden beri hayranlıkla buradaki doğayı ve insanların doğayla uyumunu izliyom.  Yambio, gökyüzüne binaların karışmadığı, her gece onlarca yıldızın kaydığı, balta girmemiş ormanların bulutlara uzandığı, gündüz sıcağının ardından gelen fırtınanın heralde sabah kalktığımda her yer yerle bir olmuştur dedirttiği, fırtınalarında çatılarınıza düşen mangoların rüyalarınızı deldiği, küçücük kulubelerinde koca göbekli çocukların yaşadığı, hani yatakların üstüne bir sünger bile konmadığı, bir pisiklette taşınabilecek en ağır ve kocaman yüklerin en dengede taşındığı, kadınların ve çocuklarınınn türlü türlü şeyi ne kadar ağır olsa da kafalarının üstünde yorulmadan taşıdığı , ölülerin bile motosiklette taşındığı, beyaz ve de aslında türlü türlü kelebeklerin diyarı Yambio…

Yağmurlar başladı az da olsa. Bu iyi haber, kurak mevsim bitiyo. Yağmurlarla beraber türlü türlü börtü böcek oluyo her yerde. Şu anda ben yatağımdayım ama  yatağımı başka canlılarla paylaşıyom. Önceleri biraz zor geldi, yani sonucta böcekten korkmayı bi kenara bırakıyom, çünkü korkarsanız paranoyak olursunuz çünkü her an bi yerinizdeler. Ben ilkokula giderken yaşadığımız evde çok fazla karafatma vardı. Bi gün önlüğümü dışarda bırakmışım. Sonra sabah okula giderken giydim. Okuldayken böyle bişiler üstümde yürüyo, dedim ne acaba. Sonra tuvalete gidip de önlüğümü çıkarınca gördüm ki, bi karafatmayla beraber okula kadar gelmişim, şimdi de böyle benzer bi hisle yaşıyom, sürekli üzerimde bi böcekler dolanıyo.  Burda yaşam koşulları zor. Yani İstanbuldaki hayatıma  gore… Çünkü doğru düzgün bi buzdolabı yok, çamaşır makinesi yok, ne biliyim işte yattığım yatak inanılmaz rahatsız. Temizlik anlayışlarımız falan farklı. Sonra 16 kişiyiz iki tuvalet, iki banyo var. Tuvalet, kuru tuvalet yani bi çukur var onun üstüne bi tuvalet kapağı yerleştirilmiş, işinizi orda görüyosunuz, bazen bi yaratık gelir de kıçımı ısırır mı diye düşünmüyo değilim... Hani böyle bikaç gün için iyi ama sonrasında insan bi konfor arıyo. Duşumuz normal ama tabi beş dakkayı aşmamak gerekiyo. 

Ha bi de hergün sıtma olmayalım diye ilaç alıyoz. Evimde dekor diye kullandığım sinek girmesin diye olan tülün altında uyuyom, ne deniyodu ona, hah cibinlik. İlk geldiğimde iki kişi kalıyoduk allahtan bi oda boşaldı oraya gectim, küçük de olsa bi dolabım da oldu , yerleştim, hatta yakında kulübelerden birine geçiçem… Genelde herşey çok yavaş ilerliyor, ben biraz hiperaktifim falan, zorlanıyom bazen o yüzden. Neyse geçen gün bi kriz geçirir gibi oldum, ikinci hafta krizi diyelim. Hani yaşama koşulları, hastane koşulları, gördüklerim falan derken, tanrım ne yapıyom burda, niye acı çektiriyom  kendime, deli miyim dedim… Sonra işte sakinleştirdim kendi kendimi, konuştum, müzik dinledim falan, burada olmam  hem burası için önemli, hem benim için önemli dedim… 

Ertesi gün haleti ruhiyem değişmişti zaten, fakat bugün en zor günlerimden biriydi itiraf etmeliyim. Daha once demiştim ben hastane lojistiğinden sorumluyum diye. Ama bi de ekip olarak Yambio’nun etrafındaki sağlık ocaklarına, merkezlerine, sonra etrafta yaşayan küçük topluluklara da destek verme hedefimiz var. Bir sorumluluğum da o bölgelerin lojistik ihtiyaclarına destek olmak. O yüzden dünden itibaren bu bölgeleri ziyaret etmeye başladık. Dün Bangasu’daydım. Bangasu’ya giderken gene o ormanların içinden geçiyosunuz. Yolda Kongolu mültecilerin olduğu bir kamp da var… Sanırım Bangasu’da olduğu kadar cırcır böceklerinin öttüğünü duymamıştım hayatımda. Konuşurken birbirini duyamıyosun, o kadar yani. 200 hane var Bangasu’da. Bir de sağlık ocağı ama sağlık ocağının durumundan bahsetmicem, zaten sağlık ocağı açık da değildi gittiğimizde. Su kaynakları kısıtlı, bi kuyu olduğunu söylediler ama göremedim. Aslında bi depo var ve su pompası var ama sistemde bi bozukluk var sanırım. Neyse çalışmıyo. On yıllarca sürmüş bir iç savaştan sonra çok da bişey bekleyemiyo insan oradaki merkezden ya da merkezde çalışandan. Yoldan geçerken mülteci kamplarını gördüm, yerinden yurdundan edilmiş insanlar… Düşünsenize evinizdesiniz bi gün, birileri geliyo, bırakın evinizde kalmayı, kasabanızdan sizi kovuyolar… Gitçek yeriniz yok… Ya da işte iklim değişikliğinden kasabadaki tek nehrin artık akmaz olduğunu yani aslında evinizdeki musluğun artık hiç akmayacağını falan düşünün. İşte bu sebeplerle insanlar yerlerinden, yurtlarından oluyolar…

Bugün Gangura’ya gittik ve de Kongo sınırına kadar yol aldık oradan sonra¸ Nabiapay diye bi yere gittik. Gangura’da durum biraz daha iyi. Biraz organizasyon, biraz temizlik, biraz destek lazım. Umarım önümüzdeki günlerde bunu sağlayacağız. Yakında kızamık aşısı kampanyası için oraya gidicez. Bugün çalışmayan buzdolaplarını çalıştırmayı başardık. Bizim ekipte inanılmaz şoförler var, böyle kullandığmız her ekipmanı biliyolar, valla onun sayesinde çalıştı buzdolabı diyebilirim. Böylece aşılarımızı uygun koşullarda saklayabilicez. Neyse son yerin adını unuttum… Keşke son yeri tamamen kafamdan silebilsem… Orada bir grup insan yaşıyo. Yambio’da biçok yerde kuyu suyu kullanılıyo, ortak kullanılan tulumbalar var. Orada bidonuyla su almaya giden küçük kıza, suyu nerden aldığını sorduğumuzda işte sınırın ordaki su kaynağından alıyom dedi. Tabi oraya gittik. Koca göbekli çocuklar… Çok tatlılar… Niye böyle koca göbekli bunlar diye sordum, valla bilmiyodum… Belki siz de bilmiyosunuzdur. Su olmayınca yediğini içtiğini iyi yıkayamıyosun, sonra karnına kurtlar birikiyo ve onlar kocaman kocaman oluyo, sonra karnın da kocaman oluyo, tropikal bölgelerde görülüyo daha çok, hatta bizim de karnımızda kurtlar birikmeye başlamış olabilirmiş. Sonra su kaynağına gittik, böyle bi buçuk metrelik bi su birikintisi aslında, suyun rengi beyazla gri arasında, içinde balıklar yüzüyo. Suyun durumuna baktık, ölçtük, biçtik. Ne yazık ki kullanma standartlarının çok çok altında su. İnsanlar bu suya ulaşabilmek için aslında çocuklar falan yarım saat yürüyolar. Evinizde bulaşıklarınızı yıkamak için otuz dakika yürüdüğünüzü düşünün… Hani yürüyüş yolu balta girmemiş ormanların arası, çok güzel bi yol ama suya erişim bu kadar zor olunca, insanlar suyu kulllanmaya eriniyolar, sonra susuzluğun getirdiği hastalıklarla boğuşmak gerekiyo. Bi de hastaneye yakın bi bölge var, oraya da gittik Kpirabi. Yedi bin kişiye bir tulumba düşüyo. Orada yine yerinden yurdundan edilmiş insanlar da yaşıyo, onlar da yine bi birikintiden su alıyolar, sapsarı, kullanılmadan once çok şey yapmak gereken bi su. Hastaneye o bölgeden çok fazla hasta geliyo, isal olan çocuklar, ne yazık ki ölümler de yaşanıyo isal yüzünden. Aslında oralara bikaç kuyu açmak bu durumun bi çözümü.

Sınır tanımayan dokorlar hastalıkları tedavi etmenin yanı sıra hastalık kaynaklarını ortadan kaldırmaya calısıyo. Yani işte su yok, bölgede isal vakaları mı görülüyo, oraya temiz su nasıl götürülür onu düşünüyo, gerçekleştirmeye çalışıyo. Umarım bu gittiğimiz bölgelerdeki su sorununun çözülmesi için bişeyler yapabiliriz. Biz yapamasak da umarım durumu anlattığımız başka sivil toplum kuruluşları yapabilir.

İnsanların yerlerinden yurtlarından edilmediği, en azından temel ihtiyaç olan temiz suya ulaşabildikleri, temel sağlık hizmetlerine ulaşabildikleri bi dünya diliyom…


Tambuahe

6 Nisan 2012 Cuma

Adalet?


Hayatımda ilk kez çok süreliğine yurtdışına çıkçaktım ve de gurbette çalışcaktım. O yüzden heyecanlıydım. Hayatımın acı, çetrefilli, adaletsiz bir dönemini atlattıktan  sonra yeni bir dönem açıldı bana, Sınır Tanımayan Doktorlar örgütünde çalışmaya başladım. İşte o sebeple de Güney Sudan’a gitmem gerekiyodu. Gitmeden böyle bi sürü şeyi düşündüm, hani uzakta olmak, sevdiklerimi özlemek, hani gurbetteyken olabilcek herşeyleri düşündüm düşündüm, ya dönemezsem dedim. Hani böyle çocukken sevdiklerinize bişi olcağını düşünüp ağlarsınız, bana çok oluyodu böyle birden ağlıyodum falan, nerde olduğu fark etmez, okulda, pisikletin üstünde, evde… Çok ağladım… Ama gitmeye karar verdim… 

Babam kızdı biraz, hani Afganistan’a falan düşer belki tayinim diye ama sonra o da kararımdan dönmeyeceğimi anlayınca olası  tehlikelerle ilgili dalga geçmeye başladık. Sonra işte gitçem diye  parti yaptık istanbuldaki ailemle, çok insan geldi… Ne mutlu oldum, heralde hayatımın en güzel günüydü… Ne çok seviyom, ne kadar çok seviliyom, ne kadar çok insanın hayatında iz bırakmışım, ne kadar çok insan hayatımda iz bırakmış… Hani bunu biliyodum ama işte insan böyle bi gün yaşayınca bi başka oluyo işte… Hani başıma adaletsiz şeyler gelince demiştim  ki kendi kendime  boşver, adalet yerini bulur, su yönünü bulur… Bulmuş ki çoktan aslında, ne kadar güzel insanları sevmek, sevilmek bana nasip olmuş, işte adalet bu dedim içimden, herkese  nasip olmaz dedim! Sonraki günler su gibi aktı geçti zaten… 

Kampımız...
Güney Sudan’ın Yambio kazasına geleli bir hafta olmuş. Bu bir hafta sanki bir ömür gibi geçti… Etiyopya üzerinden  önce  Juba’ya vardım. Juba Güney Sudan’ın başkenti. Hani Juba Havaalanı bildiğimiz havaalanlarından biraz farklı. Uçaktan inince terminale yürüyerek gidiyosunuz, sonra işte çantalarınızı bi arabayla getirip atıyolar terminale, ordan çantanı seçiyon, ama hava öyle sıcak ki anlatamam… Neyse enteresan havaalanı maceramdan sonra ofisimize vardım. Orda bir gün geçirdikten sonra Yambio’ya doğru yola çıktım, hem de pır pır uçakla, yani pervaneli, hem de ilk kez binmiştim, bi de o koca uçaklar gibi sevimsiz değil, daha samimi… Azcık uyumuşum, gözlerimi bi açtım ki aşağıda dünyanın en güzel ormanları, en güzel manzarası, onlarca metre yüksekliğinde ağaçlar, biraz sonra ağaçların  turuncu topraklı yollarla aralandığını gördüm… İşte sonra Yambio’ya gelmişiz. Gelmeden burayla ilgili araştırma yapmaya çalıştım ama çok da bir fotoğrafa, bilgiye rastlamamıştım ve de asla bu kadar güzel bi doğa olacağını düşünmemiştim, daha bi kurak bekliyodum. Deniz olmaması biraz ürkütmedi değil, hani otuzüç yıllık hayatımda ilk kez denizden uzak bi yerde uzun  kalcaktım falan. Neyse işte arabaya bindik, o turuncu  topraklı yolların  üzerinden, ağaçların arasından, güzel insanların  yanından  geçerek kampa vardık. 

O gördüğüm ağaçlar da mango ağaçları, palmiye ve adını bilmediğim daha bi sürü ağaç, ama çok kocamanlar inanamazsınız, böyle sanki gökyüzüne deyiyolar, sarılmak isteseniz gövdesine iki kolunuzun uzunluğu gövdenin onda birini heralde kaplar. Çocuklar mango ağaçlarının tepesinde hep, mango mevsimi şimdi Yambio’da. Bi de çubuk var tabi, bambu çubuklar… Upuzun, olan bambuları onlarla düşürmeye çalışan  insanlar var… Bizim kampta da hem o çubuk hem  mango ağacı var. Birisi bi mango düşürdü  mü, kahkahayı görün, tabi düşüremeyince de bi gülünüyo… Havası da çok güzel, böyle İstanbul’un temmuzu, ağustosu  gibi, öğleyin bi sıcak bastırıyo ki bunalmayan olmuyo heralde.  Rengarenk kelebekler var, bi de enteresan örümcekler, böcekler, yılan da varmış bol bol, daha görmedim, ama bizim kampta bi tanesi derisini bırakmış kampın deposuna, geldiğimden beri sanki belgeselde gibi hissediyom kendimi… 

Azande dilinde yazdığım ilk şey :)
Bi gün yürüyüşe çıkmıştık dört arkadaş… böyle yolda gördüğümüz çocuklu büyüklü herkes bize meraba diyodu güler yüzle, sevecen  gözlerle… O gözleri hiç unutmicam… Küçücük kulübelerde yaşıyo insanlar, çatıları böyle saçaklı kulübeler. İki dil konuşuluyo, belki de daha fazladır ama benim bildiğim işte bi Arapça, bi de Azandece. Biraz  Azande öğrenmeye çalışıyom, hani teşekkür ediyom, hoşça kal diyom bi hoşlarına gidiyo insanların, kahkahayı basıyolar. Biraz sanki Kongo müziğinin de etkisinde olan bir müzikleri var, Azande müziği. Burada birkaç kabileden  insanlar  yaşıyo, Azande ve Denkalar benim bildiğim. Küçükken  burnumu  karıştırınca babam  diyodu  ki “ne o? Maden arama çalışmaları mı yapıyon?”,  valla şimdi burnumdan çıkanları görse babam  ne der acaba, burnum  Yambio’nun turuncu rengini alıyo,  evet  hala burnumu  karıştırıyom Yakında yağmur başlıcakmış burda, bi kere yağmur yağdı geldiğimden beri,  aslında burda yağmurların çoktan başlaması lazımmış ama ben diyorum ki iklim değişikliği! Bizim o yaktığımız fazla enerjilerin bedelini burda ödemeye başlamışlar bile insanlar ama onların evinde elektrik yok ki… 

Güney Sudan yeni bir ülke, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışıyo. Hem savaştan çıktı, hem de Yambio geçtiğimiz senelerde Uganda’da kurulmuş bir asi grubun istilasına falan da uğramış, baya acı çekmişler… Savaştan sonra toplanmaya çalışıyo şimdi burası. O yüzden ve başka bi sürü sebepten  burdaki  her şey geldiğim yerden farklı. 

Burası da bizim kamp...
Sınır Tanımayan Doktorlar örgütü olarak Yambio hastanesinde çalışıyoz. Yeni kurulan bi ülke olduğu için hastanede desteğe ihtiyaç var her konuda, özellikle Yambio doğum sırasında ölümlerin çok yaşandığı bir bölge, ayrıca belli dönemlerde salgın hastalıkların pençesine de düşüyolar insanlar… bi de ne yazık ki bazen yeterli beslenemeyen  çocuklar geliyo… Bizim doktorlar da onları tedavi ediyolar. Ben hastanede lojistikten sorumluyum, yani bir nevi getir götür işleri diyelim, işte su deposundan hastaneye su gidiyo mu, jeneratör çalışıyo mu… çünkü  şehir elektiriği yok burda yani evlerde falan yok elektrik, bizim  hastanede var işte, ne biliyim hastaların  içme suyu var mı, işte su ısıtıcı bozulmuş ne yapcaz  falan filan Hastane deyince aklınıza hani sizin ordaki bir tıp merkezi ya da hastane gelmesin. Ayakta tedavi merkezimiz iki çadırdan oluşuyo. Çocuklara ve annelere de iki ayrı binada bakılıyo, yataklar yanyana, aslında nerdeyse dipdibe,  hastaneye giden yollar da o turuncu  topraktan, içersi de beton  hani oyle seramik falan… işte ne biliyim parke, marley falan oyle lüks bişi diil… Bahçesinde keçiler geziyo. Önce bi şok oldum, bi gözlerim doldu ama ağlayamadım… 

Geldiğimin ikinci günü, hastaneyi gezerken, işlerimi anlamaya çalışırken bi kadın böyle gözlerimin içine baktı, sonra merdivenlerden indi, sonra kanaması başladı ama nasıl kanama. Doktorlara koştum, hemen geldiler. O kadar üzüldüm ki o gün, kesin ölcek dedim. Kampa geri dönmüştüm, doktorlar daha çıkamamıştı hastaneden. Sonra yorgun argın geldiler. Sormaya korktum, sonra sordum, yaşıyo mu dedim… Hem bebişi hem de kendisi yaşıyomuş… Çok  sevindim. Ama geçen gün çocuk bölümüne bir çocuk gelmişti, kolları ipince, insan dayanamıyor, kendi kollarımdan, kendimden, varlığımdan utandım… Dün birisi üçüz doğurdu, herkes çok heycanlandı, hepimiz görmeye gittik valla… Burdaki Sınır Tanımayan  Doktorlar ekibi de çok inanılmaz bir ekip, onca hastaya kısıtlı olanaklar içinde en iyi hizmeti veriyolar, böyle ellerinden öpesim geliyo bazen. Geçen gün bir Yambiolu geldi yanıma hastanede teşekkür etti burda olduğumuz için, yardım ettiğimiz için… 

Hani böyle hem güzel anların olduğu, ama hem de bi yandan bu durum  nedir dediğim anlar oluyo… Adaletin bu mu dünya, diyom... Bazen  çok zor geliyo burda olanlar.. Hep karşılaştırma yapıyo insan, sonra diyom ki kendi kendime  karşılaştırma. Hani zor işte, kolay demek istiyom ama zor burda haller durumlar… Hasta yakınları yemeklerini zor koşullarda pişiriyor falan, bazen çocuklar ağlıyo, bazen analar ağlıyo…  

Ölçü falan alabilmek için metre istemiştim ofisten, bugün onu verdiler, o metre bugün bizim eylencemiz oldu. Herşeyi ölçtük, biçtik, ölçmemize gerek olmayanları bile. Hastanenin çöpünden sorumlu arkadaşlar metre olunca kırık kapılarını ölçüp yeni kapı yaptılar falan, işte herşeyi ölçtük, ölçerken güldük, hani bi metre eylencesi olur mu insanın… biz ondan çok eylendik bugün hastane lojistik ekibi olarak…

Neyse işte bunu düşünüyom sonra, hani belki daha güzel hastanelerimiz var orda, belki başka olanaklarımız var hani geldiğim yerde, Avrupa'da falan ama  hani gözleri bu kadar gülen, mutlu olan, ne biliyim elindekilerin değerini bilen insanlar olmak, elinde olanla mutlu olan insanlar olmak, bu durum buralarda daha fazla gibi geliyo bana. Hani bizim bazıları orda siyah birini görünce belki gözünü dikiyo, ne biliyim hor görüyo, ne biliyim orda, istanbulda yaşayan bi sürü siyah var ama belki farkında bile olmayanlar var…  Burda siyahlar yaşıyo, ben beyazım, ve herkes bana sevgiyle “how are you” diyo… İşte ne biliyim bi yandan adaletin bu mu dünya diye düşünürken, aslında belki de adalet hala burdaki insanlar gibi olabilmektir diye düşünüyom… Yani adalet belki de kalebodurlu hastane değil, para değil, olanak değil, o gülen gözlerle meraba diyebilmek, bi metreden  mutlu olabilmektir diye düşünüyom…

Herkese Yambio’dan sevgiler… 
Tambuahe (Teşekkürler) 

5 Nisan 2012 Perşembe

Tuncay abi senin kaç tane araban var?

Geçen Pazar doğüm günümdü. 32 yılı tamamladım aslında hep 17 hissediyom. Canlarım evdeydi, yemek yaptılar falan, bi gece önce dağıtmıştım, topladılar beni sağolsun, gene sevdiklerimle geçen çok güzel bi gündü… Şanslıyım işte :)

Bu 32 yıldır anlamadığım bişiler var… Benim bişeyim yok, yani ne bileyim evim, arabam falan. Bi tane bisikletim var, işte bikaç ev eşyalarım ama onun dışında bişeyim yok. Çalışıyom, yaşıyom, çalışmazsam olmaz. Annemin de bişeyi yok, babamın da yok. Hala kira vererek yaşıyolar. Hani yaşamak dediğin şey evle, arabayla ilgili değil işte, öyle öğrenmedim ben… Yaşamak dediğin şey nefes almakla, kediyle köpekle, canlılarla, dokunmakla, insanla ilgili bişey… O yüzden algılayamıyorum, bi tane evin varsa, niye bi ikincisini istersin, bi araban varsa niye ikincisi lazım, bişey senin işini görüyosa niye ikincisini de alayım dersin? Bu sorunun cevabını bulamıyom yıllardır…

Hele ki hele ki büyük şirket sahiplerini yani milyon dolarlar kazananları falan anlamam için heralde bin yıl yaşasam yetmez. Yani paraya para katma, şirket üstüne şirket açma olayını algılamam imkansız. Çok garip geliyo bütün bunlar bana. Bi de hani para uğruna, ne biliyim belki de başarı falandır bu insanları etkileyen, başarı uğruna başka insanların canına kast etmek, bunu bin yıl yaşasam falan da anlayamam… O yüzden bi kere olsun bu fikirde olan biriyle görüşmeyi, konuşmayı isterim, sormak isterim, “Abi ya sizin kafa nasıl çalışıyo? nasıl oluyo bu işler?” bi demek isterim işte…

Dünyada bir sürü şirket başka insanların, canlıların canına kast ediyo! Nedennnn?

Sinop’a gittiniz mi hiç? Gerze’ye? Gerze dünyanın en güzel yerlerinden biri bence… Herşeyiyle güzel… Yemyeşil Gerze bi kere, sonra bazen bulutlar yere değiyo sanki, elleriniz bulutlara değecekmiş gibi… Küçük küçük güzel evleri var, bembeyaz her yer… Sonra Karadeniz bi coşuyo bazen, of diyorum… Nokul diye bi hamur işi var, yesen parmaklarını da yirsin yani. Nahide ablam ve bi sürü güzel insan orda yaşıyolar. Yani insanının güzelliği apayrı, saatlerce konuş onlarla, mutlu olmak için yaşadıkları o kadar belli ki enerjilerinden…

Niye Gerze’den bahsediyom? Çünkü gene bu şirketlerine şirket katmış bi abi, Tuncay Özilhan (kendisi Efes Pilsen, coca cola, mcdonalds, komili falan filan bir sürü şirketin bir arada olduğu Anadolu Grubunun sahibi) Gerze’ye kömürlü termik santral kurmak istiyo… Gitmiş almış arazileri, oraya termik santral kuracakmış… Gerzeliler direniyo tabi ki, vermiyolar topraklarını, biz kaç yıldır yaşadık burda, ben yaşadığım yeri bırakmam diyolar. Çünkü ben burda varım, ben burda mutluyum diyolar…

Sevgili Tuncay Bey, şimdi ben sizi anlamıyom afedersiniz. Yani zaten milyon dolarlar paranız var, bi sürü şirketiniz var, başarıysa hani bunun tanımı, başarıya ulaşmışsınız. Niye bir termik santral kurarak Gerzelilerin mutluluğuna göz dikiyosunuz? O düşündüğünüz ve benim anlamadığım şey buna değer mi?

Ne biliyim Tuncay abi desem belki kalbine değer miyim? Sen mutlu oldun mu hiç Tuncay abi? Sen nerelisin bi de? Kayserilisin de mi? Kayserinin topraklarını mahvetseler falan iyi olur mu? Ne biliyim senin büyüdüğün sokakları mahvetmek isteseler ne hissedersin? Mutlu olur musun? Belki sana dokunmaz, senin sokaklarına, topraklarına bişeyler yapsalar… Çünkü belki senin hep gidecek başka bi yerin vardır be Tuncay abi, belki istesen fezaya bile gidersin… Ne biliyim senin yakınlarının oturduklari yerin yanında termik santral açsalar sonra ne biliyim çocuğuna, torununa ordan çıkanları solutsalar nasıl hissedersin Tuncay abi? Tuncay Abi kafanı o dumanın içine sokabilir misin sen? Ya da termik santral kurulduktan sonra orada yaşamak ister misin? İstersen ben bulup buluşturcam parayı sana bi termik santralin dibinden bi ev alicam. Ama almicam, çünkü ben bi kişi daha zehirlensin istemem Tuncay abi.

Gerzeliler sen termik santral kurucam diye sondaj yaptırmaya araçlarını gönderdiğinde jandarmalarla, polislerle uğraştılar… Nahide ablam diyo ki “gaz bombasındansa, biber gazını tercih ederim.” Değer mi Tuncay abi ablalarıma bu acıyı yaşatmaya? Seksen yaşında dedem, sen termik santral kurma diye bekliyo köyünün başında, bırak da hayatının yaşlı dönemlerini rahat geçirsin, toprağım elimden gidecek korkusuyla yaşamasın be abim… Biliyo musun abim, sen şimdi santral kurmak istiyosun ya, heralde daha güçlü şirket olayım diyosun işte ne biliyim param olsun falan mı diyosun, anlamıyom gerçekten o yüzden böyle yazıyom… Sen bunu derken Gerzeli amcam, teyzem nöbet tutucam diye üç kuruş kazanacağı parayı da kazanamıyo, her an gelicek de birisi benim canım memleketimi delecek, geçecek korkusuyla yaşıyo… Yani Tuncay abi, diyelim teyzem ineğini sağacak, sonra sütünden peynir yapacak ama toprağını beklemek için bunu yapamıyo… Sen oralara göz dikmeden önce mutluydu Gerzeliler Tuncay abi… Etme eyleme vazgeç bu isteğinden…

Mutlu olmak için yaşamıyo muyuz hepimiz? Yani hepimiz istemiyo muyuz mutlu olmak? Sen de mutlu ol, zaten almışsın alcağını bu dünyadan, bırak Gerzeliler de mutlu olsun… Başkasının mutsuzluğu üzerine yapma, etme eyleme…

Yıllar önce bir arkadaşım kanser tedavisi oluyodu… onunla beraber bir kemoterapi seansına gitmiştim… Kemoterapiden önce bi çocukla karşılaşmıştım… İşte o çocuk benim hayatımın güzelliklerinden biri olmuştu. Dört yaşındaydı, görme engelliydi, kanserdi. Mutluydu… Kendi kendisine hayali arkadaşlarıyla kutu kutu pense oynuyordu… Sonra hayali arkadaşlarıyla konuşuyodu : “kutu kutu pense, elmamı yerse, arkadaşım sayim, arkasını dönse”, e sayim dönmüyo galiba “sayim dönsene len”… Sonra ne oldu o çocuğa bilmiyom… Tek dileğim hala yaşıyo olması… Böyle mutlu olan insanlara ihtiyacı var dünyanın, yani herşeye rağmen…

Kanser oluyolar insanlar termik santralden Tuncay abi, hasta oluyolar, nefes alamıyolar… Tuncay abi basit düşün, şimdi bi nefes al böyle normal bi yerde, sonra git arabanın egzosundan duman geliyoken nefes al, aradaki fark gibi işte… Tuncay abi senin kaç tane araban var?

Not: Tuncay Bey’e siz de dur demek isterseniz;

http://www.greenpeace.org/turkey/tr/harekete-gec/efes-pilsen/

Bir de aşağıda naçizane Gerze’den bir fotoğraf var…


2010'da Greenpeace bloğu için yazdığım bir yazı. Sinop ve mersinli dostlarla benim için inanılmaz bir etkileşime geçmemi sağlamıştı, yüzlerce yorum yapmışlardı… Şu anda hala Sinop da, Mersin de tehdit altında :(

Bilgisayar

Şimdi terastayım datçada, e tabi bilgisayarın başındayım… Bilgisayara bakıyodum, sonra yıldızlara bakayım dedim göremedim, görmem baya bi zaman aldı yani… İnsan bilgisayara bakınca çok, gerçekleri göremiyo bazen… Kaldırmak lazım kafaları bilgisayardan… Biraz zorluyo ama sonra yıldızları görmeye başlıyosun, hatta yıldızların kaymalarını bile görebiliyosun…

Karşıyaka - Osmangazi dolmuşu

Ah yazamadım işte. Çünkü Kazdağları’ndaydım. Allahım ne güzel bi yer, zaten dağların o büyüklüğü hep etkilemişti beni, ne kadar istersen iste, o dağın görmediğin bi yeri, bi mucizesi oluyo, çok büyük dağlar… Orada Kazdağları etrafında yaşayan bir ekiple “çevre mücadelesi” ile ilgili bir atölye çalışması yapmıştık. Yani hem güzel mekan, hem güzel insanlar… Küçükkuyu’da inmiştim otobüsten, Emel ve Elif’in beklediği kafeyi sorarken karşılaştığım insanlarla güzelliği başladı bugünlerin, kafenin yerini tarif etmeye çalışmakla yetinmeyip , beni oturmaya davet eden Küçükkuyulu amcam-teyzem çok güzeldi. Bence herkes denize yakın olmalı, deniz insanı güzelleştiriyo sanki… Sonra atölye alanı Buğday’ın mekanına gittik. Allahım orası da ne güzel… Azcık gece yatarken akreplerden falan korktum, bi de farelerden… Ama hiçbişi yapmadılar işte, yersiz korkular, kafalara yerleştirilen hikayeler… Keyifli Kazdağlarından sonra İzmir’in yollarını tuttuk bakalım…

Yolculukları çok seviyom… Özellikle otobüste olmayı… Hele ki bir de gündüz yolculuğuysa… O zaman herşeyi düşünüyorum, neler oldu neler bitti neler oluyor neler bitiyor… bi nevi hesaplaşma işte, daha çok kendimle…

Bir dolmuş yolculuğu bir insanın hayat hikayesinin büyük bir kısmına şahitlik eder mi? Eder… Özellikle İzmir’den ayrıldıktan sonra her Karşıyaka-Osmangazi dolmuşuna bindigimde hayatımın büyük bölümü gözlerimin önüne geliyo, hep binmek istiyom o dolmuşa. İzmir’de en son ayrıldığım ev dolmuş duraklarının dibindeydi, 1836 Sokak. Sekiz yılımı geçirmiştim orda, okul da eve yürüyerek 15 dakkaydı işte, müzik çalışmalarımı ilerlettiğim ev. Ama okuldan eve hiç onbeş dakkada dönmedim. Çünkü en sevdiğim arkadaşlarımla saatlerce yürürdük, saatlerce otobüs durağında beklerdik. Dünyanın değişik insanı işte o okuldaydı… o yüzden hiç olması gerektiği gibi yapmıyoduk biz okuldayken. Sınıfça örneğin mezuniyet törenine gitmeyi reddetmiş, kendi kendimize Bostanlı’daki meyhane teknelerde alternatif mezuniyet eylencesi yapmıştık ne biliyim bi öğrenciyi döven müdür muavinine dünyada birini dövmenin o kadar kolay olmayacağını, bazılarının buna tepki verebileceğini anlatabilecek bi eylem de yapmıştık, sonra bütün okul katılmıştı işte. Bu değişik insanlarla birbirimizden ayrılamıyoduk hiç işte, hep beraber takılmaktan eve gidemiyoduk. Ah ne güzel hikayeler var işte o okulda, dolmuş oraya yakın geçiyo… Sonra Altınyol, sonra ilk ilkokulumun dibinden geçiyo dolmuş. Orayı sevmemiştim pek, neden hatırlamıyom… sonra 15 gün falan okulu ekmiştim, kimsenin ruhu duymamıştı birinci sınıftayken ama işte bi ara fark ettiler… Sonra yaşadığımız ilk ev, yani ilk ev değil ama önceden bi ev daha hatırlıyorum ama o çok hayal meyal, çatı katıydı, merdivenlerinden yuvarlanarak düştüğüm dışında hiçbişi hatırlamıyorum. O yüzden yaşadığımız ilk ev bu ev gibi geliyo, 1647 sokak. Çocukluğumun çoğu orada geçti. Pisikletin tepesinden inmediğim yerler işte, pisiklete binmeyi öğrendiğim sokak… İlk arkadaşlar sonra, ilk oyunlar, orda şarkı söylemeye başlamıştım, çünkü annem kasetli teyp almıştı, orda tanıştım müzikle… Bi de ilk ve son ticari girişimim de burada olmuştu. Babamla oyun oynamak, gezmek istiyodum hep… Oysa her yerim ağrıyo, sırtımı çiğne diyodu. Bigün eskici geçiyomuş sokaktan, çağırmışım eskiciyi sonra sormuşum işte “eski adam alıyo musun” diye, almadı tabi : ) Sonra 1612 sokağın dibinden geçiyoz… En büyük yaramazlıklar, en yaratıcı yaramazlıklar, en acılı pisikletten düşmeler abartmıyom vallla böyle yokuştan takla atmalı falan… Sonra dolmuş numarasını hatırlamadığım sokağa doğru gidiyooo… Orası da ilk odamın olduğu ev. Ama yatağım yoktu, çekyatta yatıyodum…

Bu sokakta çok fena bi pisiklet kazası geçirmiştim, sonra pisikletimi verdiler birine. Birinci kattı iki bahçesi vardı bu evin… köpeğim vardı, sonra kediler vardı ama çok kedi… Annem hastalanmıştı işte köpeğimi de verdiler bi yerlere. Hem pisikletimden hem köpeğimden olduğum sokak… Sonra evimizi sel basmıştı… Hiç eşyamız kalmamıştı ama kedileri kurtarmıştık. Öyle kalmıştık, evimiz yoktu, eşyamız yoktu. Ama başkalarına göre daha iyiydik, kayıp yoktu ne aileden, ne pisilerden. Ama evimiz olmadığı için caanım pisilerimizi barınağa bırakmıştık… Yani bu ev pek de iyi gelmemişti… Sonra işte o ilk duraktaki eve taşınmıştık… Tabi bu sokagin yakinlarindaki Piyale İlkokulu da benim ikinci ilkokulum. Çünkü ilkinde olmadı, değiştirdiler okulumu. Ama ben ilkokuldayken ve aslında ortaokuldayken de derslerden geçmeme rağmen hiç anlamadım ne yaptığımızı, yani problemleri çözdüm diyelim matematikte falan ama niye çözdüğümüzü falan hiççç anlamadım. Bu ilkokulda da bandoya girmiş, sonra da majör olmuştum, aslında onu da anlamadım, yani niye ben şimdi bütün bu insanların önündeyim falan, aaa asıl şeyi anlamadım, bi keresinde törendeyiz cumhuriyet bayramı falan heralde. kaymakam ve onun gibiler bi yerde oturuyo, iste bişeyi görünce sopayı kaldırıyon , bişeyi görünce indiriyon falan. neyse ben o prosesi hiç anlamamıştım, nerde ne yapılıyo, zaten niye yapılıyo, kaymakam ne demek falan hep bütün bunları düşünürken tabi ki yanlış yapmıştım selamı, üstüne bi de bando ekibi yorulümuştu, baktım ritmler gidiyo müdüre dedim duralım mı, orda fena bi haşladıydı kendisi beni, ama ben hala haklı olduğumu düşünüyom…

Neyse yolculuk bitmedi, buradan hayatımın başladığı yere doğru gidiyor dolmuş… Osmangazi’ye, ananemin evine… Ah o ev nasıldı ya, ya da benim nasıl bir hayal gücüm vardı… O ev sanki benim Amazon ormanlarımdı… Dut ağacı ve de iğde ağacı vardı tepesinden inmediğim, sonra sürüsüne bereket çiçekler, maydonoz falan filan… Dedemin iki tane varili vardı çeşme yapmıştı onlara, su deposu gibi yani. Onun içinde yıkanıyoduk yazları, ah ne zevkliydi. Zaten evin banyosu da yoktu, kışın da leğenin içinde içerde yıkanıyoduk. Çiçekleri suluyoduk, bazen kiremitleri falan temizliyoduk, dedem çatıyı yapıyodu çünkü… Dedem ne güzel insandı, hep gülerdi, kapı gıcırtısına göbek atardı, düğünlerde zeybek oynardı… Sonra hep pisiler oldu bu evde de… Herşey çok değişikti, ananemin ve dedemin eviydi çünkü belki de… Evden misafir eksik olmazdı, komşular dolardı hep. Solucanlar vardı sonra toprakta, topraktan ilk köftelerimi de orda yapmıştım zaten, tavanlar çok alçaktı, küçükken bana kocaman geliyodu ama şimdi elim tavana değiyor, küçücük üç odanın toplamıydı ev işte ama bana hep kocaman geliyodu küçükken… bi de bayramlar güzeldi orda hep, dedem de varken yani…. herkes bi araya gelirdi, sonra bi böyle sürekli şakadan kavgalar, dövüşler, yemekler, hiç bitmeyen ziyaretçiler…

Ananem bi keresinde yavru kedilerden birine takunyayla basmıştı, çünkü tuvalet dışardaydı, benim çişim gelmişti, tuvalete çıktık, annem takunyayla yavru kediye basmıştı. Sonra ben, ananem, abim kedinin başında ağladık ağladık. O zaman veteriner de bilmiyoz ki… bilsek nasıl götürcez, dedem de yok… Sonra kakasını yapmıştı kedi, kakasını yapınca iyileşme simgesiymiş de, iyileşmişti de zaten… İşte bu dolmuş yolculuğunda bütün bunlar ve fazlası gözümün önüne geliyor, bazen ağlıyorum, bazen gülüyorum… Ağlamakla gülmek kardeş ya…

Gerçi bu sefer bu dolmuşa binemedim… Çünkü o güzel okulumdan güzel arkadaşım Fundaylaydım… Pisikletim satılmıştı demiştim ama sonra gene bi pisiklet edindim kendime… İşte o pisikletle evden Fundalara gidiyodum. Onların da evinin bahçesi Amazon ormanları gibiydi, şimdi gittim gördüm, gene aynı valla… Dört beş yıldır Fundayı, daha fazladır da annesini - babasını görmüyodum… Hiçbişi değişmemişti ama, aynı eskisi gibi hissetmiştim, yakınlığımız aynıydı. Yıllar geçmiş ama işte sanki bikaç gün önce görüşmüşüz gibi… Ama bi yandan çok da özlemişim… Çünkü güzel günler yaşamıştık, Funda benim için mücadelenin simgesi işte… O hikayeye bir ara gelirim… Otobüsle gitmiştim evlerine, ama tabi eskiden pisikletle giderken ezberlenen yollar vardı, işte o binadan dön, şu parktan geç gibi… Ne çok değişmişti biçok şey… Eskiden lunapark olan yer, şimdi inşaat firmasının kamyonlarının park yeri olmuş, eskiden park olan yere koca bi bina dikmişler, pisikletle gitsem yolumu bulamıcam… Ah insan evladı doymuyor doymuyor… daha çok inşaat daha çok bina diyor…  Fundaların küçük sokak da kocaman bi cadde olmuş, ama fundaların evi aynıydı, o küçük güzel ev… kocaman bahçesi, sonra havuzu… Havuzdaki balıkları sordum, hala aynı balıklarmış yani bundan 15 sene önceki balıklar işte… Fundalar beni bıraktı ananeme, dolmuşa binemedim bu sefer… Israrla dolmuşla gidiyim dolmuşla gidiyim dedim ama hikayeyi de söylemedim işte… Ananemin evi de değişmişti, artık ağaçlar yoktu (kökleri eve zarar veriyor diye), ah dedem bilse ağaçların gittiğini ne üzülür; sonra dışardaki tuvalet yıkılmıştı, onun yerine arkaya bi tuvalet yapılmıştı… çiçekler çok azalmıştı… Ah dedem görse üzülürdü ya…

Niye değiştirilmişti ev, evin şekli hiç anlamamıştım, hani ananem rahat etsin diye ama hala anlamadım işte, çünkü bi de Amazon ormanlarım yok olmuş…

Neyse ananemi de aldım datçaya doğru yola koyulduk… bu sefer geceydi… hesaplaşmalar kendini rüyalara bıraktı…

Not: bu yazının altındaki fotolar da bu yazıyla ilgili işte…
Kazdağları
Küçükkuyu




Fundaların bahçedeki havuzu



















Ananem ve evi
Funda ve fundalı ailemle

Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım? :)

Nasıl geçti habersiz
O güzelim yıllarım
Bazen gözyaşı oldu
Bazen içli bir şarkı

Her anımı eksiksiz
Dün gibi hatırlarım
Dudaklarımda tadı
İçimde durur aşkı

Ananem… Ananemin adı Tarife… o çok güzel… Yetmişbeş yaşlarında. Bir anne ve bir babanın bir çocuğu. Ama hani biricik çocuk olma durumu vardır ya onu pek hissetmemiş, annesi erken ölmüş, yoksulluk falan, hastalıklar derken dertli geçmiş çocukluğu. Sonra dedemle buluşmuşlar, valla nasıl buluşmuşlar ben de hatırlamıyorum bak bu kesin ilginç bir hikayesidir ananemin. Sonra bi sürü çocukları olmuş, dört tane. Sonra da bi sürü torunları olmuş, galiba hepimiz altı taneyiz… daha torunlar olmadan ananemin bi çocuğu ölmüş, onun da hikayesine bir ara gelirim. Ananem hala ağlıyor çocuğu için, olay olmuş 1975’te, geçmiş üstünden otuzu aşkın sene ama ananem hala ağlıyor, özlüyor. O ağlıyor, biz ağlıyoruz. Ama ananem der ki ağlamakla gülmek kardeşmiş…

Ah neden ananemden bahsettim… çünkü şu aşağıdaki videodaki o güzel kadın benim ananem. Hani vidyosu dışında biraz da anlatayım istedim. Dünyadaki en sevdiğim yaratık ananem. Üzüldü ben giderken, ondan öyle dedi işte “nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım?”

E bi de ben kimim de mi? Benim adım bilge, ayşe bilge, babam yazar ayşe bilge dicleli’den etkilendiği için öyle koymuşlar adımı işte. 32 yaşımdayım, 33’e gircem gelcek ay. Teraziyim, yükselenim de terazi. 32 yılmın 12 senesi, yani hayatımın üçte birinden fazlasını greenpeacele geçirdim. 2000’in temmuz ayının sonunda katılmıştım greenpeace’e. Aslında belki öncesine de dayanır hikayem… 1997’de greenpeace gemisi Sirius izmirdeydi, ziyaret etmek istemiştim arkadaşımla. Ama kapalı demişlerdi. Kızmıştım azcık, ben bu gemiye binerim bi gün diye de geçirmiştim içimden. Gemiye binmek de 2001 yılında nasip oldu işte, Sirius’u hollanda’da ziyaret ettim :) a bi de şey hikayem var tabi, önce bir başvurmuştum 2000 yılında mart ayında alınmamıştım da, o da temmuza nasip oldu :) o zamanlar greenpeace’e katılmak zordu…  sonra bi baktım ki yıllar geçmiş ve de güzelim yıllarım olmuş hepsi de, gözyaşları da dökmüşüm, içli satırlar döktürmüşüm, sonra ne biliyim her anımı eksiksiz olmasa da çoğunu biçok anın hatırlarım, tadı dudaklarımda, içimde de aşkı…

İnsan böle düşününce yılları, bi muhasebesini yapma isteği geliyor ister istemez. E bi yandan seviniyorum çünkü profesyonel de oldum sonra, sonuçta hayatı kazanmamız lazım, başka birşey yapsaydım bu kadar mutlu olamazdım, hani memurlara birşey söylemek istemiyom ama benimi için masa başında durmak kolay bişi değil. En son ne zaman ağlamıştım diye düşünüyorum greenpeacete. Galiba kütahya’daydı. İşte ezgi, emel, ben, samet, alper oradaydık. Kütahya’da altın madeninde çökme olmuştu o zaman, durumu öğrenmek amacıyla gitmiştik. Sonra şiddetli bir yağmurun gelebileceğini ve tüm oradaki atık havuzlarının çökebileceği uyarısını almıştık yetkililerden, öyle olunca köylülerle konuşmaya başladık. Ne yalan söyleyim yağmur da hızlandı, insan böyle bir durumda karamsarlaşıyor, sanki işte o an bize ordaki köy yok olcakmış gibi geldi, orda şefike teyzeyle tanışmıştık. Teyzem burda durma demiştik yağmur dinene kadar, nereye gitcem evladım başka yerim mi var benim demişti, hakkınızı helal edin demişti. İşte o zaman gözlerden yaşlar yağmur gibi indi. O gün atık barajları çökmedi. Biz de bi oh çektik işte. İşte ananem aşağıdaki videoyu çektiğimizde beni ve emel’i kutahyaya ugurluyordu, oysa ki ben anneler günü diye göreyim demiştim ananemi, ama kaza oldu kütahya’da siyanür kazası, oyle olunca oraya gittik işte. Bi de ilk ağladığım zaman vardı… horozgediği diye bir köy var, aliağaya yakın, aliağa izmirde çok kirli bi bölge, insanlar kanserden ölüyorlar orda. Bir annenin çocuğu 3 yaşında kan kanserinden ölmüştü, bizi görünce fotoğrafını getirmiş göstermişti, bi de güzel bi çocuktu, insan toprağa girdiğine inanamıyor. Ananem her gün ağlıyor ya, o da ağlıyordur diye düşündüm.

Ah bergamalı teyzemler geldi aklıma, biz gittiğimizde (temiz üretim turu yapmıştık, bir otobüsle şehir şehir gezmiştik kirlilikten etkilenen yerleri, bergama da duraklardan biriydi) ekmeksiz zeytinsiz yemeksiz koymadılar bizi hiç. Bir teyzem vardı bi kere beni gözlerimden öpmüştü, kaybettiği kızına benziyormuşum, sen de benim kızımsın demişti. Sonra işte bütün böyle hikayelerimi düşündüm, hepsi geldi aklıma tek tek, bergamalılar, karasulular, akkuyulular, iskenderunlular… en çok da oralardayken ağlıyo insan. Ağlamakla gülmek kardeşti ya, sevinçten de ağlıyo insan bazen. Hani her gemi gelişinde buraya ağlıyoruz sevinçten kaç kere hem de. Yüzlerce insan geliyor gemiye, sıra oluyorlar. Zar zor yürüyen yaşlı bi teyzemi gemiye binmek için sırada görünce Sinop’ta gözlerde durmuyor yaş sevinçten ya da işte Gerzeye gidip de onlarca tekneyle gemiyi karşılayınca Gerzeliler yine sevinç gözyaşları durmuyor ya da işte Akkuyulu amcamla mandalin toplarken bahçede, e bi de güzel bir eylemin sonrasında eylemcileri mutlu eğlenirken  görürken o gözyaşları hiç durmuyo ama sevinçten…

Sonra ilk eylemimi düşündüm greenpeacele. İzmit atık yakma tesisine (izaydaş)karşı mücadele eden Kocaeli Çevre Derneğinden Nuriye Ablayla daha hiç tanışmamışken buluşmuş, çevre şura’sına girip beraber pankart açmıştık. Nuriye ablanın arkadaşı fotoğraf çekmişti. O zaman daha dijital makineler yoktu vallahi. Normal filmleri almış, sonra onları bastırmış sonra da gazetelere falan dağıtmıştık kayhanla, kayhan dışarda bekliyodu bizi eylem sırasında. Kayhan da çok iyi bi insan, bir ömürlük canım dostum, kayhan gibi öyle çok ömürlük dostum oldu ki greenpeacete, hani görmeden yaşayamayacağım, isimleri saymakla bitmez işte o yüzden saymasam iyi olur. ve sonra kaç kere daha fotoğraf bastırmıştık eylemlerden sonra ve de dağıtmıştık bu dostlarla… İşte o eylemden sonra her eyleme katılmıştım nerdeyse, gemi sökümüne karşı, kömüre karşı, savaşa karşı, yasadışı avlanmaya karşı… eylemler eylendiriyor insanı, güldürüyor, mutlu ediyor.

E tabi insanın aklına bi de ilkler geliyor, ben ilk kez greenpeace eylemine gitmek için yurtdışına çıkmıştım, ilk kez bir gemide kalmıştım(greenpeace’in gökkuşağı savaşçısı isimli gemisinde kalmıştım), ne biliyim türkiyenin bile birçok yerine ilk kez gitmiştim, ilk kez gözaltına alınmıştım, ne biliyim bilmem kaç metre kare pankartı ilk kez boyamaya yardım etmiştim, ne biliyim ilk kez en ağır şeyleri kaldırmıştım, ilk kez bot sürmüştüm, istanbula ilk kez bir eylem için gitmiştim, hele ki eylemlerden hiç bahsetmeyim,  o kadar ilk çıkıyor ki o zaman… e ağlamakla gülmek kardeş ya, sağ ayağımın üstündeki hissiyatı da greenpeacete gecirdiğim küçük bir kazada kaybettim ilk kez… hani bazen üzülüyorum ama bi yandan insan gurur duyuyo acısıyla bile bazen ne için olduğunu düşününce. nükleere karşı kampanyalar sırasındaydı işte.

Daha neler neler… işte bu 12 yılda karşılaştığım, sonra karşılaşmadığım tüm gökkuşağı savaşçılarına, sonra greenpeace’i kuranlara ve de bizim birbirimizi tanımamıza önayak olanlara sevgilerimi göndererek şimdilik bitiriyom.

not: 1971 yılında Greenpeace’in ilk gemisiyle yola çıkan dostlara ithafen yazılmıştır :)