5 Nisan 2012 Perşembe

Karşıyaka - Osmangazi dolmuşu

Ah yazamadım işte. Çünkü Kazdağları’ndaydım. Allahım ne güzel bi yer, zaten dağların o büyüklüğü hep etkilemişti beni, ne kadar istersen iste, o dağın görmediğin bi yeri, bi mucizesi oluyo, çok büyük dağlar… Orada Kazdağları etrafında yaşayan bir ekiple “çevre mücadelesi” ile ilgili bir atölye çalışması yapmıştık. Yani hem güzel mekan, hem güzel insanlar… Küçükkuyu’da inmiştim otobüsten, Emel ve Elif’in beklediği kafeyi sorarken karşılaştığım insanlarla güzelliği başladı bugünlerin, kafenin yerini tarif etmeye çalışmakla yetinmeyip , beni oturmaya davet eden Küçükkuyulu amcam-teyzem çok güzeldi. Bence herkes denize yakın olmalı, deniz insanı güzelleştiriyo sanki… Sonra atölye alanı Buğday’ın mekanına gittik. Allahım orası da ne güzel… Azcık gece yatarken akreplerden falan korktum, bi de farelerden… Ama hiçbişi yapmadılar işte, yersiz korkular, kafalara yerleştirilen hikayeler… Keyifli Kazdağlarından sonra İzmir’in yollarını tuttuk bakalım…

Yolculukları çok seviyom… Özellikle otobüste olmayı… Hele ki bir de gündüz yolculuğuysa… O zaman herşeyi düşünüyorum, neler oldu neler bitti neler oluyor neler bitiyor… bi nevi hesaplaşma işte, daha çok kendimle…

Bir dolmuş yolculuğu bir insanın hayat hikayesinin büyük bir kısmına şahitlik eder mi? Eder… Özellikle İzmir’den ayrıldıktan sonra her Karşıyaka-Osmangazi dolmuşuna bindigimde hayatımın büyük bölümü gözlerimin önüne geliyo, hep binmek istiyom o dolmuşa. İzmir’de en son ayrıldığım ev dolmuş duraklarının dibindeydi, 1836 Sokak. Sekiz yılımı geçirmiştim orda, okul da eve yürüyerek 15 dakkaydı işte, müzik çalışmalarımı ilerlettiğim ev. Ama okuldan eve hiç onbeş dakkada dönmedim. Çünkü en sevdiğim arkadaşlarımla saatlerce yürürdük, saatlerce otobüs durağında beklerdik. Dünyanın değişik insanı işte o okuldaydı… o yüzden hiç olması gerektiği gibi yapmıyoduk biz okuldayken. Sınıfça örneğin mezuniyet törenine gitmeyi reddetmiş, kendi kendimize Bostanlı’daki meyhane teknelerde alternatif mezuniyet eylencesi yapmıştık ne biliyim bi öğrenciyi döven müdür muavinine dünyada birini dövmenin o kadar kolay olmayacağını, bazılarının buna tepki verebileceğini anlatabilecek bi eylem de yapmıştık, sonra bütün okul katılmıştı işte. Bu değişik insanlarla birbirimizden ayrılamıyoduk hiç işte, hep beraber takılmaktan eve gidemiyoduk. Ah ne güzel hikayeler var işte o okulda, dolmuş oraya yakın geçiyo… Sonra Altınyol, sonra ilk ilkokulumun dibinden geçiyo dolmuş. Orayı sevmemiştim pek, neden hatırlamıyom… sonra 15 gün falan okulu ekmiştim, kimsenin ruhu duymamıştı birinci sınıftayken ama işte bi ara fark ettiler… Sonra yaşadığımız ilk ev, yani ilk ev değil ama önceden bi ev daha hatırlıyorum ama o çok hayal meyal, çatı katıydı, merdivenlerinden yuvarlanarak düştüğüm dışında hiçbişi hatırlamıyorum. O yüzden yaşadığımız ilk ev bu ev gibi geliyo, 1647 sokak. Çocukluğumun çoğu orada geçti. Pisikletin tepesinden inmediğim yerler işte, pisiklete binmeyi öğrendiğim sokak… İlk arkadaşlar sonra, ilk oyunlar, orda şarkı söylemeye başlamıştım, çünkü annem kasetli teyp almıştı, orda tanıştım müzikle… Bi de ilk ve son ticari girişimim de burada olmuştu. Babamla oyun oynamak, gezmek istiyodum hep… Oysa her yerim ağrıyo, sırtımı çiğne diyodu. Bigün eskici geçiyomuş sokaktan, çağırmışım eskiciyi sonra sormuşum işte “eski adam alıyo musun” diye, almadı tabi : ) Sonra 1612 sokağın dibinden geçiyoz… En büyük yaramazlıklar, en yaratıcı yaramazlıklar, en acılı pisikletten düşmeler abartmıyom vallla böyle yokuştan takla atmalı falan… Sonra dolmuş numarasını hatırlamadığım sokağa doğru gidiyooo… Orası da ilk odamın olduğu ev. Ama yatağım yoktu, çekyatta yatıyodum…

Bu sokakta çok fena bi pisiklet kazası geçirmiştim, sonra pisikletimi verdiler birine. Birinci kattı iki bahçesi vardı bu evin… köpeğim vardı, sonra kediler vardı ama çok kedi… Annem hastalanmıştı işte köpeğimi de verdiler bi yerlere. Hem pisikletimden hem köpeğimden olduğum sokak… Sonra evimizi sel basmıştı… Hiç eşyamız kalmamıştı ama kedileri kurtarmıştık. Öyle kalmıştık, evimiz yoktu, eşyamız yoktu. Ama başkalarına göre daha iyiydik, kayıp yoktu ne aileden, ne pisilerden. Ama evimiz olmadığı için caanım pisilerimizi barınağa bırakmıştık… Yani bu ev pek de iyi gelmemişti… Sonra işte o ilk duraktaki eve taşınmıştık… Tabi bu sokagin yakinlarindaki Piyale İlkokulu da benim ikinci ilkokulum. Çünkü ilkinde olmadı, değiştirdiler okulumu. Ama ben ilkokuldayken ve aslında ortaokuldayken de derslerden geçmeme rağmen hiç anlamadım ne yaptığımızı, yani problemleri çözdüm diyelim matematikte falan ama niye çözdüğümüzü falan hiççç anlamadım. Bu ilkokulda da bandoya girmiş, sonra da majör olmuştum, aslında onu da anlamadım, yani niye ben şimdi bütün bu insanların önündeyim falan, aaa asıl şeyi anlamadım, bi keresinde törendeyiz cumhuriyet bayramı falan heralde. kaymakam ve onun gibiler bi yerde oturuyo, iste bişeyi görünce sopayı kaldırıyon , bişeyi görünce indiriyon falan. neyse ben o prosesi hiç anlamamıştım, nerde ne yapılıyo, zaten niye yapılıyo, kaymakam ne demek falan hep bütün bunları düşünürken tabi ki yanlış yapmıştım selamı, üstüne bi de bando ekibi yorulümuştu, baktım ritmler gidiyo müdüre dedim duralım mı, orda fena bi haşladıydı kendisi beni, ama ben hala haklı olduğumu düşünüyom…

Neyse yolculuk bitmedi, buradan hayatımın başladığı yere doğru gidiyor dolmuş… Osmangazi’ye, ananemin evine… Ah o ev nasıldı ya, ya da benim nasıl bir hayal gücüm vardı… O ev sanki benim Amazon ormanlarımdı… Dut ağacı ve de iğde ağacı vardı tepesinden inmediğim, sonra sürüsüne bereket çiçekler, maydonoz falan filan… Dedemin iki tane varili vardı çeşme yapmıştı onlara, su deposu gibi yani. Onun içinde yıkanıyoduk yazları, ah ne zevkliydi. Zaten evin banyosu da yoktu, kışın da leğenin içinde içerde yıkanıyoduk. Çiçekleri suluyoduk, bazen kiremitleri falan temizliyoduk, dedem çatıyı yapıyodu çünkü… Dedem ne güzel insandı, hep gülerdi, kapı gıcırtısına göbek atardı, düğünlerde zeybek oynardı… Sonra hep pisiler oldu bu evde de… Herşey çok değişikti, ananemin ve dedemin eviydi çünkü belki de… Evden misafir eksik olmazdı, komşular dolardı hep. Solucanlar vardı sonra toprakta, topraktan ilk köftelerimi de orda yapmıştım zaten, tavanlar çok alçaktı, küçükken bana kocaman geliyodu ama şimdi elim tavana değiyor, küçücük üç odanın toplamıydı ev işte ama bana hep kocaman geliyodu küçükken… bi de bayramlar güzeldi orda hep, dedem de varken yani…. herkes bi araya gelirdi, sonra bi böyle sürekli şakadan kavgalar, dövüşler, yemekler, hiç bitmeyen ziyaretçiler…

Ananem bi keresinde yavru kedilerden birine takunyayla basmıştı, çünkü tuvalet dışardaydı, benim çişim gelmişti, tuvalete çıktık, annem takunyayla yavru kediye basmıştı. Sonra ben, ananem, abim kedinin başında ağladık ağladık. O zaman veteriner de bilmiyoz ki… bilsek nasıl götürcez, dedem de yok… Sonra kakasını yapmıştı kedi, kakasını yapınca iyileşme simgesiymiş de, iyileşmişti de zaten… İşte bu dolmuş yolculuğunda bütün bunlar ve fazlası gözümün önüne geliyor, bazen ağlıyorum, bazen gülüyorum… Ağlamakla gülmek kardeş ya…

Gerçi bu sefer bu dolmuşa binemedim… Çünkü o güzel okulumdan güzel arkadaşım Fundaylaydım… Pisikletim satılmıştı demiştim ama sonra gene bi pisiklet edindim kendime… İşte o pisikletle evden Fundalara gidiyodum. Onların da evinin bahçesi Amazon ormanları gibiydi, şimdi gittim gördüm, gene aynı valla… Dört beş yıldır Fundayı, daha fazladır da annesini - babasını görmüyodum… Hiçbişi değişmemişti ama, aynı eskisi gibi hissetmiştim, yakınlığımız aynıydı. Yıllar geçmiş ama işte sanki bikaç gün önce görüşmüşüz gibi… Ama bi yandan çok da özlemişim… Çünkü güzel günler yaşamıştık, Funda benim için mücadelenin simgesi işte… O hikayeye bir ara gelirim… Otobüsle gitmiştim evlerine, ama tabi eskiden pisikletle giderken ezberlenen yollar vardı, işte o binadan dön, şu parktan geç gibi… Ne çok değişmişti biçok şey… Eskiden lunapark olan yer, şimdi inşaat firmasının kamyonlarının park yeri olmuş, eskiden park olan yere koca bi bina dikmişler, pisikletle gitsem yolumu bulamıcam… Ah insan evladı doymuyor doymuyor… daha çok inşaat daha çok bina diyor…  Fundaların küçük sokak da kocaman bi cadde olmuş, ama fundaların evi aynıydı, o küçük güzel ev… kocaman bahçesi, sonra havuzu… Havuzdaki balıkları sordum, hala aynı balıklarmış yani bundan 15 sene önceki balıklar işte… Fundalar beni bıraktı ananeme, dolmuşa binemedim bu sefer… Israrla dolmuşla gidiyim dolmuşla gidiyim dedim ama hikayeyi de söylemedim işte… Ananemin evi de değişmişti, artık ağaçlar yoktu (kökleri eve zarar veriyor diye), ah dedem bilse ağaçların gittiğini ne üzülür; sonra dışardaki tuvalet yıkılmıştı, onun yerine arkaya bi tuvalet yapılmıştı… çiçekler çok azalmıştı… Ah dedem görse üzülürdü ya…

Niye değiştirilmişti ev, evin şekli hiç anlamamıştım, hani ananem rahat etsin diye ama hala anlamadım işte, çünkü bi de Amazon ormanlarım yok olmuş…

Neyse ananemi de aldım datçaya doğru yola koyulduk… bu sefer geceydi… hesaplaşmalar kendini rüyalara bıraktı…

Not: bu yazının altındaki fotolar da bu yazıyla ilgili işte…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder